Dünyamızın içerisinde olduğu iklim krizi, pandemi, ülkeler arası gerginliğe bağlı olarak yaşanan enerji ve gıda krizleri esas itibarıyla doğa ile insan arasındaki dengenin ne denli hayati bir öneme haiz olduğunu hepimize bir kez daha göstermiştir. Ülkelerin kendi imkânları dâhilinde kendine yetebilme, doğal kaynaklar üzerindeki baskıların azaltılarak döngüsel benzeri yeni kalkınma stratejilerinin benimsenmesi artık kaçınılmaz bir hal almıştır.
Bu itibarla iklim ve çevre konularının artık dünyanın gündeminde daha çok yer aldığını, başta BM Çevre Programı (UNEP), Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), Dünya Ekonomik Forumu (WEF), Dünya Bankası (WB), Hükümetlerarası Biyolojik Çeşitlilik ve Ekosistem Hizmetleri Platformu (IPBES) ve Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) gibi çok sayıdaki uluslararası kuruluşlarca ortaya konan raporların ortak vurgusu da bu minvalde olup tek hayat kaynağımız mavi gezegenin sağlığı için iklim ve çevre odaklı planların geliştirilmesi ve uygulamaya konulması olmuştur. Diğer bir ifade ile çevre artık kalkınmanın önünde bir engel olmaktan ziyade büyümeye pozitif etki eden bir unsur haline gelmiştir.
DEĞİŞİM VE DÖNÜŞÜM GEREKİYOR
Dünya kaynaklarımız sınırlı bir yapıda. Ancak artan tüketim kaynakların kendini yenileme kapasitelerini aşmış durumda. Dünya limit günü adı verilen bir parametre ile izlenen bu durum günümüzde dünyamızın bir yıllık zaman dilimi için sunduğu kaynakları 8 ay gibi kısa bir süre içerisinde tükettiğimizi gösteriyor. Bu durum çevre üzerindeki baskıları artırıyor. İsveç merkezli Stockholm Dayanıklılık Merkezi 2009 yılında gezegenimizin sağlıklı ve güvenli bir yaşam sunabilmesi adına hayati öneme haiz bazı sınırların olduğunu ortaya koydu. Bunlardan azot/fosfor akışı, biyoçeşitlilik kaybı, iklim değişikliği, atmosferik aerosol yükündeki artış, stratosferik ozon azalımı, tatlı su kullanımı, okyanus asitlenmesi gibi birçok sınırın aşıldığı belirlendi. Keza IPCC raporları beşeri kaynaklı sera gazı emisyonlarının küresel sıcaklık değerinde +1,10C ’nin aşıma yol açtığını ve önümüzdeki 5 yıl içerisinde +1,50C sınırını aşabilme ihtimalinin bulunduğunu gösteriyor.
Artan sıcaklık su döngüsü başta olmak üzere birçok değişikliği de beraberinde getiriyor. Çin ve Avrupa’da yaşanan sel afetleri, ABD’yi vuran kasırgalar gibi iklim değişikliği kaynaklı aşırı hava olaylarının sadece geçtiğimiz yılda dünya ekonomisine verdiği hasarın 300 milyar dolar üzerinde olduğu tahmin ediliyor. Keza Dünya Bankası değerlendirmelerine göre COVID-19 salgınının 2020 yılında dünya ekonomisinde %3,9 değerinde bir daralmaya yol açtığı, buna mukabil etkileri her geçen gün artan iklim değişikliği kaynaklı kayıpların ise 2050 yılında yıllık bazda 23 trilyon doları bulabileceği -ki bu değerin COVID-19 salgınının yol açtığı hasarın 7 katı büyüklüğünde olduğu- tahmin ediliyor.
Ülkemiz bulunduğu coğrafya itibarı ile iklim değişikliğinden en çok etkilenecek bölgeler arasında yer alıyor. Geçtiğimiz yıl yurdumuzun dört bir yanında da üst üste iklim değişikliği etkenli afetler yaşadığımız bir sene oldu. İlk olarak Marmara Denizini ablukaya alan müsilaj, takip eden süreçte güney kıyılarımızı vuran ve kayıtlara tarihimizin en büyükleri olarak giren orman yangınları, Karadeniz’deki yıkıcı seller ile iç ve doğu kesimlerde görülen kuraklıklar iklim değişikliğinin tetiklediği ve tehdidin büyüklüğünü gözler önüne seren istemediğimiz hadiseler oldu. Bu afetlerin ekonomik etkilerinin de 700 milyon dolar olduğu öngörülüyor. Ancak bu afetlerin hiçbirisi salt bir ekolojik ya da çevresel sorun değil; bilakis aynı zamanda birer kalkınma problemidir.
RİSKLERİ FIRSATA ÇEVİRME ZAMANI
Günümüzde çevresel kaygılar tüketicileri daha bilinçli hareket etmeye sevk ediyor. Turizm faaliyetleri kapsamında mavi bayraklı plajların ve hava kalitesi indekslerinin sorgulandığı, kullanılan ürünlerin çevre dostu olup olmadığı veya geri dönüşümlü malzemeden yapılıp yapılmadığı hususlarının öne çıktığı bir dönemdeyiz. Bu gerçekten hareketle büyük üreticilerin reklamlarda çevresel hususları, karbon ayak izi, su ayak izi, çevre etiketi gibi kavramları öne çıkardıklarını görüyoruz. Diğer bir ifade ile hem üreticilerin hem de tüketicilerin bir değişim süreci içerisinde olduklarına tanıklık ediyoruz.
Ülkemizde de bu yönde bir değişim, gelişim ve dönüşüm yaşanıyor. Sayın Cumhurbaşkanımızın 76. BM Genel Kurulunda dünya kamuoyu ile paylaştığı 2053 net sıfır hedefi bu manada bir mihenk taşı olmuş durumda. Bu karar ve 2053 hedefi kademeli olarak yatırımdan üretime, ihracattan istihdama kadar geniş bir alanda kapsamlı değişikliklere ve yapısal dönüşümlere gideceğimiz manasına geliyor.
Son yıllarda özellikle kaynak verimliliği kapsamında yürütülen temiz üretim, döngüsel ekonominin en iyi örneklerinden biri olan sıfır atık hareketi ve ürün ve hizmetlerin çevresel ayak izlerini azaltan çevre etiketi gibi uygulamalar ülkemizde büyük bir potansiyelin varlığına da işaret ediyor. 2023 yılında yollarda görmeyi umut ettiğimiz yerli elektrikli aracımız TOGG ayrı bir işaret. Hayata geçirilen binalarda yalıtım zorunluluğu hem konfor hem de enerji tasarrufu sağlıyor. Keza yenilenebilir enerji yatırımları, bisikletli ulaşımın yaygınlaşması, yerli güneş panel üretim tesisi bizlere bu noktada umut ışığı oldu. Çatı üstü güneş paneli kullanımının yaygınlaşması, yağmur suyu hasadının zorunlu tutulması bir yandan yeni iş imkânları sunarken bir yandan da doğal kaynakları koruyan adımlar oldu.
Özellikle de en büyük dönüşümü enerji alanında gerçekleştiriyoruz. Son 20 yılda yenilenebilir enerji kurulu gücünde 3 katın üzerinde büyüme gösteren ülkemiz bu bağlamda Avrupa’da 5, dünyada 12. sırada yerini alıyor. İngiltere merkezli düşünce kuruluşu Ember’in yakın zamandaki Türkiye raporu ülkemizde yapılan güneş ve rüzgâr enerjisi yatırımları ile yıllık bazda 7 milyar dolar tutarında bir fosil yakıt ithalatını önlediğine yönelik tespiti bu noktadaki başarımızın bir tescili.
DÖNÜŞÜMDEN İSTİHDAMA
Yeşil dönüşümün öne çıkan örneklerinden biri olan temiz enerji aynı zamanda yeni istihdam kapılarını da aralıyor. Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı (IRENA), dünya genelinde sektördeki istihdamın 2020 yılı sonu itibarıyla 12 milyona ulaştığını duyurdu. 2050 yılında ise enerji sektöründeki 122 milyonluk istihdamın 43 milyonunun yenilenebilir enerji sektöründe olacağı tahmin ediliyor. Cinsiyet eşitliği kapsamında da daha adil bir imkân sunan fosil yakıt sektöründe yüzde 21 olan iş gücündeki kadın oranı da yüzde 32 gibi daha yüksek değerlerde seyrediyor. Ülkemizde de yenilenebilir enerji sektöründeki istihdam 110 bini aşmış durumda.
Pandemi ile birlikte ferdi ulaşımın revaçta olduğu dönemde mikromobilite araçlarında sayı ve kullanıcı bazında katlanan artışlar görüldü. Ülkemizde geliştirilen yasal düzenleme ile sektörün yeni oyuncusu e-scooterların güvenli seyrine yönelik altlık oluşturuldu. Kısa sürede binlerce kişiye de istihdam sundu.
Sağlıklı doğa ve temiz hava ile birlikte yaşam kalitesinin yükselmesi ile birlikte yeşil dönüşüm yeni iş imkânlarına da kapı aralayacak. Ulaşımda elektrifikasyona geçiş için şarj istasyonlarının yaygınlaşması ve daha uzun ömürlü pil teknolojilerinin geliştirilmesi, enerjinin depolanması, atmosferde biriken sera gazlarının uzaklaştırılmasına yönelik karbon yakalama, depolama ve kullanma sistemlerinin geliştirilmesi, bisiklet ve elektrikli scooter kullanımının yaygınlaşması, çevre dostu ürün pazarlarının yaygınlaşması gibi sayısız iş kolunda yeni istihdam potansiyeli insanımız refahına da büyük katkı sunacak. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) yeşil kalkınmanın 2030 yılına kadar en az 24 milyonluk ilave istihdam imkânı doğuracağını öngörmesi bu noktada önemli bir tespit olarak karşımızda duruyor.
Türkiye yeşil kalkınma hamlesi ve 2053 hedefi doğrultusunda tüm imkânlarıyla çalışmalarını bir üst aşamaya taşımaya gönüllüdür ve bu kapsamda önemli bir kapasiteyi elinde bulunduruyor. Bu itibarla geleceği bugünden tasarlamaya başlamamız oldukça önemli. Zira bu hususlar hem şimdiki hem de gelecek kuşaklara daha müreffeh şartlar sunmak doğrultusunda hepimizin ortak sorumluluğudur.