Sertab Erener haklı çıktı: İnsanlığa yeni bir ben lazım

Konvansiyondan cumhuriyete yahut tüm bunların bedellerine yahut öncü birliklerine silah doğrulttuğunuzda, durup bir an düşününüz: hangi “devrim” öz yahut üvey evlatlarını “yememiş”tir? Bir adım daha ileri gidin: soruya verdiğiniz cevabın da bir öteki soruyla “büyülenmesi” gerekir. “Aşırılar” mı daha yamyamdırlar, liberaller mi? Muhakkak ki buna verilecek karşılık da tatmin hissinden uzak kalacaktır.

“Vahşetin biçimleri” üstüne “estetik dersi”ne girişmeyelim; Hugo’yu anımsayalım: “Vahşetin saygınlığı: ihtilalin tamamı biraz böyleydi.” Pekala, bu yanlışsız ise, toprağın üstünü örtemez miyiz? Tüm “vahşilerin” zamanlarını temsil eden “kahramanları” bağrımıza basmadan, tarihin bir yerinde unutup “vahşeti güncelleme”den yeni “tarih haritaları” çizemez miyiz?

Umberto Eco’nun anlatımından hareketle şöyle bir itaatten yana değillemeler sunabilirim: “Halmolo o andan itibaren Vandee namına, kardeşini öldüren katilin adamı haline gelmiştir.” Öldüren yahut öldürten… Bunlar beni ziyadesiyle aşıyor. Hele kardeşi (burada insanlık kardeşliği akla gelmelidir) katledene her ne münasebetle olursa olsun “uşaklık” önerisi, büyüteçle bile aransa, bu satırların ortasında bulunamaz. Lakin sürgit bir “kan davası” da insanı en düşük canlı tipi haline getirir; bugün değilse yarınki birgün kendini “canavar” olarak selamlar.

Kötülüğün öyküsüne şöyle döneceğim: 31 Temmuz 1981’de kardeşim katledildiğinde ben askeri depodan bozma bir askeri tutukevindeydim. Devrin ruhu o denli emrettiği için olsa gerek, sivil-askeri tüm mahkemeler “idamla terbiye” sineması çekiyorlardı. Her köşe başı duvarla ve darağacıyla çevrilip gencecik beşerler “açık-gizli” infaz ediliyorlardı. Vaktin ruhu, dünün sinemasına razire yapıyordu. “Yasal olmayan” caniliğe karşı “yasal caniliği” yasallaştırma son hız uygulanıyordu.

On dokuz yaşında ve idamdan yargılanan ben de benzeri akıbete hazırlanıyordum, “dönemin kurbanları”yla birlikte… Çok cahildim ve çok da korkuyordum. Tekrar de “idama hayır” diye babama mektuplar yazdım. Kardeşimin katili (katilleri) için misal bir “bedel” talebinde bulunmamalıydı.

Velhasıl, dünyanın derisi, insanın ruhu çürüm çürüm çürütülür, kokum kokum kokutulur. Böylelikle insanlık, “düşmanlık kültü” etrafında örülen bir “dünya sistemi” tarafından “kötülüğe âşık” sonsuz cehennem azabı olarak kanonlaşır.

“Ahlaksızlığın bin bir biçimi ansiklopedisi” mutlaka hazırlanmalı. İnsanın kendi yüzünü tükürüğe boğması kaçınılmaz hale gelmiştir. İşin tuhafı, hafızayı beşer insanlık haline dönüşmez. Unutmayı öğrenemez. Tüm insanlığa alzaymırı mı “dilemek” gerekiyor, bilmiyorum. Bu, dua mı/beddua mı kabul edilir, onu da bilmiyorum. Ne Oedipus’un babasını öldürmesi, annesiyle yatması; ne Kabil’in kardeşi Habil’i katletmesi… Elbette ki ne de “devrimlerin çılgınlığı”…

Diyeceğim odur ki bize (insanlığa) değişik bir “ruh” enjekte edilmeli. Tahminen de o denli bir çip takılmalı ki berbatlığın bin bir biçimi bir daha hiç yaşanmayacak halde tarihten, bellekten, ruhtan silinsin… Bu türlü bir çip için en önde ben talibim. Tüm yan tesirlerine (iyiliğe dair) açığım.

Vahşetin tüm “cazip” davetlerine, aklı ve vicdanı ayaklandıracak bir ruh ve beyin, lütfen… Her cinsten “tatminsizlik”, buna cinayet sürece, ırza geçme, sahip olma, tüketme tatminsizliği de dahil, birkaç bin yıla hükmetme, mevcut gezegeni ve keşfedilen tüm gezegenleri fethetme tatminsizliği vs vs vs “sona ermeli/erdirilmeli”.

Evet, berbatlığa dair çok şey yazıldı, yazılacak, yazılmalı. Tüm kötülükleri gömene kadar da toprak üstüne toprak atmalı, atılmalı…

Sertap Erener’i anma vakti artık: “Kendime yeni bir ben lazım.” Lütfen “taklitçi/mimetik” olmasın. Yepisyeni bir “ben” olsun… İnsanlığa da önerebileyim…

Not: Bugünlerde yeni bir sinema gündemde. İsmi: Elif Ana.

Elif Ana’nın mistik dünyası ile Alevilerin gözünden, gönül gözünden Osmanlının son yıllarından Cumhuriyetin 60 yılını, 80’lere varan sürecini, biraz da Maraş katliamı odağında mercek altına almış… Trajedisi/dramı/gerilimi bir yana, günümüz berbatlığına bir karşılık vermesi bakımından da kesinlikle izlenmeli. Bu cins sanat yapıtlarının çoğalması açısından da önemli bir teşvik olacaktır. Sanat, hele sinema sanatı netamelidir. Kadraja giren kolay ve “aldatıcı/yanıltıcı” imajlar büyük gürültülere neden olabilir. Aklıselim tartışmalar, tenkitler sanatın gelişmesi istikametinde önemli adımların atılmasını beraberinde getirir. Sessizliğe gömmektense izleyip, izlettirip üstüne konuşmak, konuşturmak tarihe, yarının tarihine kötücüllükten öte, birbirimizi anlamaya hizmet eder…

Tanıtımında “İyilik iyidir” notu düşülmüş. Elbette “iyilik iyidir” ve bunun için de çok çalışılmalı, çok dikkatli olunmalı. “Kötüyü/olumsuzu” sahnelerken bile “hakkaniyet”ten uzak durulmamalı. Sanatın “hileli” yolları bizi “en iyi”ye götürebilecek bir olgunlukta olmalı.

Ben de diyorum ki “iyilikten” korkmayınız; ondan “maraz doğmaz”. Maraz doğacaksa da varsın “iyilikten” doğsun…

Alaattin Topçu

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir