Gazeteci, yazar ve belgesel yönetmeni Rıdvan Akar, ülkemizin basın tarihinin son kırk yılına ismini koca harflerle yazdırdı. Araştırmalarıyla, hazırladığı belgeselleriyle, yazdıkları ve anlattıklarıyla eşiği üst noktalara götüren Akar’ın son çalışması ‘Denizlere Çıkan Sokaklar’, İBB Kültür Yayınları tarafından yayımlandı.
Türkiye’nin 68’ini tüm boyutlarıyla ele alan bu kitap, kültür ve düşün dünyasının önemli isimlerini bir araya getiriyor. Akar’la geçtiğimiz günlerde bir araya geldik ‘Denizlere Çıkan Sokaklar’ı konuştuk.
Gazetecilik alanında çalışmaya başladığınızdan beri çok sayıda belgesel ve kitap hazırladınız. Şimdi de tüm yönleriyle bir Türkiye 68’i kitabı derlediniz. Hangisi daha zor, belgesel mi kitap yapmak mı?
Sanırım yayımlanan ve yayımlanmayan toplamda 26 kitaba ulaştım. Bu çalışmaların çoğunun belgeselini de çektik. Kitabın kesinlikle çok daha zor ve yorucu bir süreç olduğunu söyleyebilirim. Düşünün ki belgeseli ortalama bir saat yapıyoruz. Bu da yaklaşık 18-20 A4 sayfası anlamına geliyor. Oysa kitapların çoğu kişi/kurumsal tarih ve araştırma kitapları olduğu için çok daha derinlikli bir araştırma, dil ve üslup gerektiriyor.
‘BENİM İŞİM YAZMAK’
Türkiye’nin tarihine, kültürüne ve siyasal yaşamına olan ilginiz -son çalışmanızdan da hareketle- tükenmeyecek boyutta gibi görünüyor. Bu ilginizi ve çalışma temponuzu belirleyen etken nedir? Aynı zamanda öğretim görevlisi olarak da üretim yaptığınızı düşünürsek genç kuşaklar için görüşlerinizi paylaşır mısınız?
Gazetecilik dışında tam 30 yıldır yazıp duruyorum. İlk kitabımı 1992 yılında çıkarmışım. Gazetecilik mesleğinin bana getirdiği en önemli haslet, hızlı yazma ve düşünme becerisi oldu. Bu sayede kitapları çok daha kısa sürede yazma imkânım oldu. Yazdığım kitapların bazıları iş kitapları, bazıları tarih/araştırma, edebiyat ve Beşiktaş oldu. Kimi zaman gönlümden geçeni kimi zaman da işimin önceliklerini dikkate alarak yazdım ve böylesi bir çeşitlilik ortaya çıktı. Bir aralar hiç yaz tatili yapmadığım ve yazdığım için kendime acıdığım (!) zamanlar olmuştu. Artık kabullendim. Benim işim yazmak galiba. Dahası mutlu olduğum bir faaliyet. Dolayısıyla elim tuttuğunca yazmak isterim. Genç kuşaklara/öğrencilerime nasihat vermeyi haddim olarak görmem. Ancak yazmanın tadına vardıklarında çok daha mutlu olacaklarını söyleyebilirim.
Bahçeşehir Üniversitesi’nde İleri Yazım Teknikleri diye bir ders veriyordum. Sadece ders sırasında yazdıkları için bileği ağrıyan, yani daha önce 15-20 dakika kesintisiz yazı yazmayı (kalemle) deneyimlememiş öğrencilerimin bileklerini ovuşturduklarını hatırlıyorum. Yazı bitip, sınıfta okunduğunda ve beğenildiğinde gözlerindeki mutluluk kadar kıymetli bir katma değeri yaratmak hocanın en büyük keyfiydi.
Türkiye’nin 68’ini, Avrupa’nın ya da Amerika’nın 68’inden ayıran fark neydi?
Türkiye 68’inin miladı ve 1961 Anayasası’nın getirdiği görece özgürlük ile söz ve ifade hürriyetinin sonuna kadar kullanılmasıydı. Türkiye 68’ninin diğerlerine oranla daha anti-emperyalist olduğunu, toplumsal uyanışın öğrencilerden işçilere, öğretmenlerden öğretim üyelerine kadar uzanan bir çeşitlilik içerdiğini, “bağımsızlık” ile başlayan uyanışın “devrim” fikriyatına döndüğünü söyleyebilirim. Dönemin genel kurmay başkanının deyişiyle “halkın sosyal uyanışı, ekonomik gelişmenin önüne geçmişti.” Sokağa teslim olmama düşüncesi Türkiye 68’nin çok kanlı ve ceberut uygulamalarıyla son buldu. Oysa Batı 68’i böylesi bir kırıma uğramadan toplumsal dönüşüm ve sivilleşmeye şans tanımıştı.
‘Denizlere Çıkan Sokaklar’da o dönemin tanıklarını, araştırmacıları ve olayların bizzat içinde olan kişileri bir araya getiriyorsunuz. İsimleri belirlerken önceliğiniz ne oldu?
İki şeyi önemsedik. Birincisi, yazarlarımızın ilgili alanda/konuda uzmanlığı, ikincisi ise yazarlarımızın ele aldıkları konularda kendi öz yaşam öyküleriyle bu döneme tanıklıklarını yazması. Dolayısıyla her yazarın o günleri yaşaması gerektiği gibi bir önkoşuldan hareket etmedik. Örneğin kıymetli yazarımız Bora Gürdaş, Türkiye ve dünya 68’inin grafik, illüstratör ve sanatçılarının hazırladığı afiş, resim vb. ürünleri ele alan yazısı ile bilgi ve birikimini kitaba yansıttı. Ancak kimi yazarlarımız ise o dönemin devrimcileri olarak sadece dönemi tanımlamakla kalmadı, kendi öz deneyimlerini/yaşam öykülerini de kitaba yansıtarak çok değerli katkılarda bulundu. Bu yazarlarımız kimi zaman dönemin kuşağına özgü tevazuyla Türkiye 68’ine katkılarını yazmaktan imtina etti. O aşamada biz devreye girdik ve rica ettik. Sağ olsunlar, bizi kırmadılar.
Başlarken “Öyle bir kitap olmalıydı ki hiçbir tarihsel kilometre taşını, hiçbir olayı atlamamalıydık” diyorsunuz. Zaten bu düşünceden hareketle, günlük yaşam veya sanat gibi farklı konuları da ele alıyorsunuz. Bu bağlamdan hareketle fikrinizi merak ediyoruz, 68’in sanatı, bugünlere nasıl bir miras bıraktı sizce? Edebiyatta veya sinemada yansımaları ne oldu?
68’in Türkiye siyasetine iki önemli katkısı oldu. İlki, bugünkü sosyalist geleneklerin neredeyse tamamı o günlerde kurucu önderler tarafından oluşturulan paradigmanın eseriydi. Türkiye sosyalist hareketi ana akım olarak bu dönemde oluştu.
İkinci önemli gelişme sanat alanında yaşandı. Büyük toplumsal dönüşümler ve devrimler sanatçılara ilham veren bir tarihsel zemin yaratır. Bizde de öyle oldu. Edebiyattan tiyatroya, şiirden sinemaya kadar hemen her alanda üretken ve kalıcı eserler ortaya çıktı. Bugün “12 Mart Romanı” diye tanımlayabileceğimiz kült eserler ortaya çıktı. Kitabımızda sanatın dönüştürücü rolünü ele alan çok kıymetli yazılar yazıldı. Vecdi Sayar “İsyan Günlerinde Sanat” yazısı ile bu dönemin sanatını konsolide etti. Orhan Kahyaoğlu dönemin müziğini, Tül Akbal sinemayı, Çimen Günay Erkol romanlar ve dergileri, Bora Gürdaş biraz önce andığım değişimi yazdı.
‘TÜRKİYE’NİN 68’İNİN EN ÇOK İHMAL EDİLEN İSİMLERİ DEVRİMCİ KADINLAR OLDU’
Türkiye’nin 68’i irdelenirken genelde kadın öznelerden pek bahsedilmiyor ne yazık ki. Kitabınızda Türkiye Sosyalist Hareketine damga vuran kadınlarla ilgili geniş bir bölüm var. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki kadın hareketiyle bugünün kadın hareketi arasında 68’in kadın özneleri bir köprü vaziyeti gördü mü? Bu durumu tarihsel bağlamda nasıl açıklarsınız?
Türkiye 68’inin belki de en çok ihmal edilen isimleri devrimci kadınlar oldu. Sosyalist mücadelenin yoğunluğu ve yakıcılığı içinde kendilerini öne çıkarmayan, fedakâr ve inançlı sosyalistlerin yaşadıklarını şimdilerde tanımaya çalışıyoruz. Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakkaya’nın isimleriyle özdeşleşen bu dönemde ‘geri plana itilen’ değil ama ihmal edilen kadın devrimcilerin yeri ve önemi oldu. Örneğin, 12 Mart döneminde gördüğü ağır işkencelerden sonra cezaevinde tedavi olmasına izin verilmediği için yaşamını yitiren Hatice Alankuş’un neden ortak tarih şuuru içinde “ıskalandığını” konuşmak gerekmez mi?
Yazarımız İnci Beşpınar’ın belli mekanlarda minik etek giymesine kızan yoldaşlarının eril dilini tartışmayacak mıyız? Devrime kadar ertelenen kadın meselesinin konuşulması gerekmez mi? İlkay Demir kişisel tarihimin de ikonlarından biriydi. Onun bu dönemde bir geleneği etkileme ve dönüştürmedeki rolünü ne kadar teslim ettik?
Burada bir olguyu ihmal etmemek gerekir. Bugünün bilinçli kadın hareketi döneme bugünkü olgunluk ve birikimi ile bakarak önemli çıktılar elde etti. Biz aynı zamanda bu dönemi yaşayan kadın devrimcilerin pratikleri ve deneyimlerini de kitaba yansıtmak istedik. O dönemde kadın devrimcilerin bağımsız bir kadın hareketi ya da erkek yoldaşlarının kimi zaman ‘egemen’ dilini mücadele içinde sorgulayıp sorgulamadıkları bile önemli bir soru işareti değil midir?
Geçtiğimiz ay Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilişinin 50. yıl dönümüydü. Üç fidan, pek çok yerde anıldı. Bir araştırmacı olduğunuz için de fikrinizi merak ediyoruz, aradan geçen zamanda siyasal bakımdan ne değişti?
Kitabımız Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarının 50. yılında kamuoyu ile paylaşıldı. Yani onların anısına bir saygı duruşuydu. Bize bu kitabı sahiplenme ve çalışma ilhamı veren de ait olduğumuz bu vicdana dönük bir katkı sağlama çabasıydı.
12 Mart dönemi devrimcileri açısından en önemli avantaj, ülkenin en geniş emekçi sınıflarının da bu toplumsal değişim isteğine katılmasıydı. Kitlelerin sokakta ve iradi olarak değişim istediği bir dönemdeki rüzgârı arkalarına almışlardı. Devrim fikrinin telaffuzunun ötesinde gerçekleşmesine dönük attıkları çabalar, bugünden bakıldığında kimi eleştiriler/özeleştiriler içerse de daha umutlu bir geleceğin izlerini taşıyordu.
78’liler olarak nitelediğimiz benim kuşağım ise çok daha geniş kitlelere ulaşan politik atmosferi, çatışmalar ve hayatın hemen her alanının politikleşmesiyle birlikte devrimi ‘elini uzatsan dokunabileceğin’ bir vadeye indirgemişti. Ancak ‘tarihsel akış nasılsa devrimi zorunlu kılacaktır’ romantizmi/determinizmi karşısında zor oyunu bozdu. 12 Eylül, tıpkı 12 Mart gibi ağır bir yenilgiyi beraberinde getirdi. Daha da önemlisi 12 Mart dönemine oranla çok daha kurumsal ve devleti yeniden üreten bir anayasal çerçeve ile politika ile kitleler arasındaki bağı zayıflattı.
1989 Bahar Eylemleri’nin yarattığı umut dolu günleri hatırlıyorum. Sonrasında sosyalistlerin bir araya gelme çabaları, ÖDP deneyimi… Böyle sürüp giden bir sürecin sonunda 20 yıllık bir otoriter, faşizan bir dönemden geçiyoruz. Sokakta karşılaştığınız insana “nasılsın” diye sorduğunuzda genellikle “ülkenin hali gibiyim” yanıtı alıyorsunuz. Bireyler kendi bekasını ülkenin bekasından ayıramaz bir halde, o yanıt aslında “hiç de iyi değilim” anlamını taşıyor. Bazen o dönemlerin devrimcilerinin/sosyalistlerinin ölüm haberlerini aldığımda aynı şeyi düşünüyorum. O umut ve inanç dolu sosyalistler giderken geride kalan Türkiye için ne hissediyorlardı?
Tabii ki Türkiye 50 yılda çok daha muhafazakâr ve ceberut devletin gerek kendisi gerekse ideolojik aygıtlarının çok daha güçlendiği bir sürece evirildi. Ancak bu ülkede Gezi gibi bir süreç yaşandıysa, bizim de yurdumuzdan umudumuzu kesmeye hakkımız yok diye düşünüyorum.
Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?
Yine gönlümden geçen kitap projeleri var. Gerçek Gündem’de habere ve yazıya yakın yaşıyorum. Yine çok çalışıp az aşınmaya (!) gayret ediyorum,