Ali Eroğul
Devletleri yönetenlerin kriz anlarında milli bir slogan olarak dolaşıma soktukları “hepimiz aynı gemideyiz” savsözüne aşinayız. Bu öyle bir gemi ki, kimimiz birinci sınıf kamarada yolculuk yapıp havuz kenarında güneşlenirken; kimimiz, makine dairesinde ya da güvertede elinde kürek, halat kan ter içerisinde çalışıyor. Bizimki eşitlik ve kardeşlik temelinde, yeryüzündeki canlıları kurtarmak için fırtınada yola çıkan Nuh’un Gemisi değil. Kamaralara, katlara, kastlara ayrılmış heyula gibi bir deniz canavarı. İsmine “Kapitalist kruvaziyer gemisi” diyelim.
Hatırlarsınız, yüzyıllar önce kıtaları kasıp kavuran veba, kolera, difteri, çiçek, tifüs gibi salgın hastalıklar, atalarımızın yaşadığı kötü kader olarak görülürdü. Milyonlarca cana mal olup mezarlıkları ölülerle doldursalar da, bugünden bakınca uzak geçmişte kalmaları ferahlık verirdi. Yaşananlar ders kitaplarının satır aralarında kerhen ele alınırdı. Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde Avrupa’yı etkisi altına alan İspanyol Gribi, neredeyse topyekûn bir savaş yaşanmışçasına milyonların katili olmuştu. İlk duyduğumda grip gibi basit bir hastalık karşısında tıbbın yetersiz hatta çaresiz kalması beni hayrete düşürmüştü. 2019 yılı sonundan itibaren, Çin’den başlayarak adım adım gezegeni kaplayan korona virüs pandemisi, bütün yerleşik kabullerimizi alt üst ederek savaş, deprem, sel, yangın benzeri uğursuzluklarla birlikte esame listesindeki yerini aldı.
Salgın nedeniyle okyanusun ortasında fırtınaya tutulmuş Kapitalist Kruvaziyer Gemisi fena halde sallanırken, kaptan köşkü, “Sevgili yolcular ve mürettebat; sizlere benden bir can simidi, bir de filika” diyerek kurtarma planını açıkladı. Zenginler helikopterlerle tahliye edilip güvenli limanlara taşınırken, milyarlarca insan, çekirdek aileleri ve ancak üç beş kişinin sığabileceği sandallarının içerisinde azgın dalgalara karşı hayatta kalma mücadelesi vermek zorunda kaldı. İki yılın sonundaki feci bilanço, yalnızca hayatını kaybedenlerden oluşmuyor. Zenginle fakir arasındaki makasın daha da açıldığı, zenginin daha zengin, yoksulun daha yoksul olduğu bir dönem geldi.
KURYELER, KASA GÖREVLİLERİ, POSTACILAR, KÂĞIT TOPLAYICILARI…
Gazeteci yazar Pınar Öğünç, pandeminin hemen başında, 2020 yılının ilk yarısında çeşitli işkollarında çalışan emekçilerle Gazeteduvar internet sitesi için söyleşiler yapmış, bunları peyderpey yayınlamıştı. Aradan bir yıl geçtikten sonra aynı insanlarla yeniden konuşmuş; biriktirdiklerini dinlemiş. ‘Pandemi Zayiatı’nın gövdesi bu görüşmelerden oluşuyor. Aklınıza, o en havalı ünlülerle, guru tabir edilen insanlarla yapılan ve son dönemde moda olan nehir söyleşikitapları gelmesin. Bizimkiler guru değil, ola ki başlarına bir felaket gelir ve çalışamazlarsa, ailelerini geçindirmekte zorlanacak, muhtemelen karınları guruldayacak insanlar. Sanki bir tsunaminin ortasında, azgın debili bir nehirde sandallarını rotalarında tutmaya çalışanlar: Kuryeler, kasa görevlileri, postacılar, kâğıt toplayıcıları, hemşireler, öğretmenler… Çarkları çevirenler, çapaları vuranlar, çipleri takanlar. Otuz beş farklı alandan isimsiz emekçiler. Pandemi döneminin en başından beri evde kalamayanlar. Evde kalmaları halinde, açlıkla yoksullukla imtihan edilenler, hep sınırda yaşayanlar.
Pınar Öğünç’le dertleşenlerin sorunları ortak. Hayatta kalma refleksi ilk sırada geliyor. Kendisinin, eşinin, çocuklarının, anne babasının virüse yakalanmadan kazasız belasız bu melaneti atlatması için ellerinden geleni yapıyorlar. “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” demişler. Evet sıhhat herkes için önemli. Sonrasında işini kaybetmeme, işten çıkarılmanın yasaklandığı dönemde, ahlaka aykırı davranış olarak bilinen Kod 29 gibi garabetlerle eğer işten çıkarıldılarsa haklarını arama, tekrar iş bulmaya çalışma. Şehir değiştirenleri, ülke dışına göç edenleri; ailesinin yanına, arkadaşının ofisine taşınanları görüyoruz. Hemen hepsi üzerlerine gelen silindirin altında ezilmemek için çabalayan bir ruh hali içerisinde.
FIRTINA GEÇİCİ OLARAK DİNERKEN ‘NEREDEYİZ’ SORUSU ÖNEMLİ
Kitaptaki hikâyelerde, görüşmecilerin neredeyse iliklerine kadar sinmiş, yazarın da belirttiği, -kemikleşmiş değersizlik duygusu, kesifleşmiş belirsizlik hâli, takatlerinin ancak güneşi batırmaya yettiği gibi- tahmin edebileceğimiz ortak duygular bulunuyor. Ama kanımca, dikkatlerden kaçmaması gereken baskın bir düşünce ve davranış kalıbı daha var. Bir iki istisna dışında hemen herkes kurtuluşu bireysel çözümlerde aramış. En uzağa giden ailesine gitmiş, arkadaşını, eşini dostunu aramış. Örgütlü hareket etmek; bir derneğin, sivil toplum örgütünün, yapının, partinin parçası olmak, elini uzatmak, uzanan eli tutmak, destek istemek, destek vermek, yani tek başına değil bir araya gelerek sıkıntıları göğüslemeye çalışmak istisna durumunda. Egemenleri buradan zorlamak ya hiç akla gelmiyor ya da pek fayda sağlamayacağı düşünülüyor olmalı. Neoliberal düşünce dünyasının, toplumlar üzerinde yarattığı en büyük tahribat burada ortaya çıkıyor. Bireyci ideolojik bombardıman, toplumcu çözüm arayışlarını hafızamızdan silmiş. Müşterekleşerek kapitalizm ötesi pratikleri öne çıkarmak düşünülmüyor. Pandemi kapıyı çalıp ben geldim dediğinde insanlık hazırlıksız yakalanmış. Diğer taraftan, en azılı liberaller başta olmak üzere çok sayıda kesim tarafından derhal evi terk etmesi salık verilen devlet baba yeniden hatırlanır olmuş. Eve dönüp başımızı okşaması istenmiş. Gerçekten de bu tip krizler, “özel daima iyidir, kamu daima kötüdür” anlayışının doğrudan test edildiği dönemler.
Fırtına geçici olarak dinerken “neredeyiz” sorusu önemli. Herkes, hâlâ tek başına kendi filikasında, gemisini kurtarmaya çalışan kaptan konumundaysa yolumuz uzun. Tek kişilik gemiler denizlere sığmıyor…