90’lı yıllardı. Rahmetli Nusret Özcan’la Yeni Şafak’ın arşivinde oturmuş laflaşıyorduk. İsmet Özel içeri girdi. Selâmlaştık. Tanışıyoruz ya, “Nasılsın abi” dedim. Baktı, “Saçlarım afili” diye cevap verdi gülümseyerek. Biraz şaşırmışlık ve suskunluktan sonra ekledi: Kızım öyle söylüyor!
İsmet Özel, Sivas Göklerinde Sırp Teyyareleri Uçacak mı? başlıklı yazıyı yazdığı yıllarda, cuma namazını Mustafa Kutlu ve İsmail Kara’yla birlikte Sultanahmet’te eda ederlerdi. Ben de peşlerine takılırdım. Namazdan sonra camiye yakın bir çay bahçesinde oturulur çay ve tütün eşliğinde memleket meseleleri konuşulurdu. Hep dinlerdim. Son karşılaşmamız kalp rahatsızlığından önceydi. Metrobüsten inmiş gazeteye yürüyordum. Üstgeçidin dibinde karşılaşıp ayaküstü laflaşmıştık. Daha sonra görüşemedik. Zaten ulaşmak zorlaşmış kendisine. Arkadaşlardan bu yönde çokca şikayet işittim. Belki yine metrobüste yahut otobüste karşılaşırız. “Nasılsın abi” derim, “Saçların afili mi?”
Özel’in Kalın Türk kitabının yeni baskısı yapılmıştı. Hemen, Kafdağı’nda aldım soluğu. “Kalın Türk” dedim, arkadaşlar şaşırdı. Kitap, ben oturana kadar çay eşliğinde gelmişti.
İlk bakışta tapaktaki karmaşayı gördüm (7. baskı). Fotoğrafsız olan daha sevimliydi. Çıdam’ın kapaklarını özlememek elde mi?
84. sayfadaki başlık haykırıyor: İsmet Özel’in Hangi Cehennemde Olduğu Kimsenin Umurunda Değilse Benim Hiç Değil! Eskiden de olduğu gibi nesirde ‘oyun’u sürdürüyor Özel. Girişteki önsözün başlığına bakalım: Temizinci Baskı İçin Önsöz! (s. 9). Bu misâlleri arttırmak mümkün. Hatta kitap isimlerini de zikredebiliriz.
Herneyse. Türk ve Türklük üzerine değişik görüşleri var usta şairin. “Kâfirle çatışmayı göze alan müslümana Türk denir” diyor. Türklüğün bir ırk olmadığını, ‘tarihî bir rol’ olduğunu savunarak bu rolü Mescid-i Dırar’ın yıkılışıyla başlatıyor. ‘Kalın’lık için de şunları söylüyor: Ben gevrek değil ‘kalın Türk’ olduğumu söylüyorum. Şiir, sosyalizm, İslâm dolayısıyla yaşadıklarım beni kalınlaştırdı.
Yıllar önce, yürüdükçe yalnızlaştıran bir yola çıktı Özel. İstiklal Marşı Derneği’ni kurdu (2007). Misak-ı Millî dedi, Türk dedi, müslümanlık, milliyetçilik dedi. Bunları söylerken ‘zerre’ esnemedi, yan çizmedi. Konuşmalar, kitaplar toplantılar ve türlü yollarla seslenişini sürdürdü.
Çok şey söylüyor. “Ya var olup Türk kalacağız ya da Amerikanlaşıp yok olacağız” diyor. “Türkçe, Kur’an’dan çıkmış bir dildir” sözü onun. “Türk milleti varlığını şiire borçludur” sözü onun. “İslam’da ibadetlerin hepsi küfre darbe vurmakla alâkalıdır” sözü de onun. Ben en iyisi İsmet beyin söylediklerinden ne anladığımı maddeleyerek aktarayım:
-Bestesi anlaşılmaması gayesiyle yapılan İstiklal Marşı, yazıldıktan sonra rafa kaldırıldı ve zincire vuruldu.
-Misak’ı Millî sınır meselesi değildir, milletin yeminidir. Meclis-i Mebusan, Misak-ı Millî’yi hak olarak ileri sürdü. Ankara yönetimi ise bir yük olarak gördü!.
-Harf inkılâbıyla yazımızı elimizden aldılar. Bizi şaşkın, ahlâksız ve yalancı şekle soktular!
-Birinci Meclis, Lozan’ı makbul saymayınca lağvedildi. Lozan’ı kurulan İkinci Meclis kabul etti!.
-İsmet İnönü, siyasî hayatını devam ettirebilmek için 1964’te Avrupalıların Türkiye’den ‘köle’ devşirmelerine müsaade etti.
-Ordumuz, 27 Mayıs 1960 sabahına kadar bir İslâm ordusuydu. Darbe, Kur’an devleti ve İslâm ordusunu yok etti.
-Modern dünyada Türk milliyetçisi olmadan müslüman olduğunu söylemek küfürle her sahada uzlaşmaya hazır olduğunu söylemek demektir.
-Biz müslümanlar olarak Kur’an’ı anlamakla değil, Kur’an’ı işitmek ve itaatle mükellefiz.
-Kapitalizmin dayandığı iki esas vardır. Bunlar, pazar içi üretim ve ücretli emek. Bu sistem, ihtiyacımız olmayan şeyleri satın almadığımız zaman çöker.
-Ben bir Türk şairi değilsem hiçbir şey değilim. Benim şiirim Türk sesi!.
Beğenmeyip görmezden gelebilirsiniz fakat tavrı çok net üstadın: Kâfirin lokmasını yemediğim için kâfirin kılıcını sallamıyorum/sallamam.
Bir söz
Ayın sözü İsmet Özel’den: Türkiye, kendine gelmek için başvuracağı iki çözüm yollu buldu. Bunlardan birincisi sosyalist dönüşüm geçirerek çözüme ulaşma; ikincisi ise İslamî bir dönüşüm geçirerek çözüme ulaşmaydı. Fakat Türkiye, (1960 darbesiyle) bu ikisinden de mahrum bırakıldı. Böylece kimlik bilinci meselesinde yaya bırakıldı ve ardından da kötürüm hâle getirildi.
Kayıp Kayıt
Yılların okuyucusu olarak, “hür tefekkürün kalesi” olan dergilerle irtibatı hiç kesmedim. Zaten okuma-yazma yolculuğuna çıkan herkesin bir veya birkaç dergiyle alâkası olmuştur. Geçenlerde şair İsmail Karakurt ziyaretime gelmiş, dergiler de getirmişti. Mesajı hemen aldım ve bundan sonra elverdiği ölçüde dergileri tanıtmaya, bu işe de Anadolu’dan başlamaya karar verdim. Niyet hâlis, sonu nereye varır göreceğiz. .
Kayıp Kayıt, Ankara’da yayımlanan bir dergi. Ebadı: 23×32,5. Dergâh’ı andırıyor. Sekiz sayısını okuyabildiğim derginin yönetmeni Mehmet. S. Fidancı. Sahibi ise bir başka Fidancı, Muhammet Sadık. İsimde hoş bir tenakuz var. ‘Kayıt’lıysa ‘kayıp’ olmaz, ‘kayıp’sa ‘kayıt’ın bir önemi yoktur.
İki ayda bir yayımlanan ve Ocak 2021’de okura ‘merhaba’ diyen derginin ilk sayısında, “Büyük oyuna dahil olmadığımızı göstermek için oyundan çıkma denemesi bu.” deniliyor. Derginin her sayısında yaklaşık 30 kalem yeralıyor. Bunların 10’a yakını şiirleriyle boy gösterirken diğerleri hikâye, deneme ve yazılarıyla katkıda bulunuyor. Dergide, M. Can Doğan’ın şiir yazıları, Mustafa Kurt’un Halce’leri, sözlüğü, Tuba Dere’nin fotoğrafları, notları ve denemeleri, Fatih Yerdemir’in Yitik Kelimeler’i, İsa Koyuncu’nun kitap yazıları ve Selçuk Azmanoğlu’nun fotoğrafları ve elbette şiirler dikkat çekiyor.
Mavi sayıya, ‘Mavi’ bir şiirle destek veren İbrahim Yolalan, “insanın teni-teri yükmüş / yükmüş ses / sessizlik yükmüş” diyor. Dergilerimizi ‘yük’ olarak görmeyelim. Satın alalım, okuyup okutalım, yaşatalım!..
Küçürek hikâye: İki Yusuf
Yusuf, Yusufpaşa’da otobüs bekliyor. 93 bekliyor, T bekliyor, C…
Takırtılı sesiyle tramvay geçiyor. Kuşlar, ‘pıırr’ havalanıyor. Duvar dibine pusmuş alacalı kedi tedirgin, çakır gözleri korkuyla bakıyor. Kağıt toplayıcı çocuk, tepeleme doldurduğu arabasını kan-ter içinde çekiyor. Kestaneci, yüz gramlık paketi kırmızı şapkalı turiste uzatıyor. Kel kafalı ve rayban gözlüklü adam sırıtınca altın dişleri parlıyor. Elleri poşetle dolu yaşlı kadının yardımına koşan yok. Söylenerek yürüyen kasketli ihtiyar yere tükürüyor. Kalabalık, bir karmaşa seli olmuş, akıyor. Anlaşılmaz uğultuyu tiz bir çocuk sesi bölüyor: Sooğuuukk suuu… Kırk dereceyi bulan sıcağın girişteki ulu çınarın gölgesine itelediği Yusuf hâlâ bekliyor.
O sırada Muş’ta, Şenyayla’da, Murat çayına bakan tepelerin birinde, asker Yusuf, kırk derecede vatanı bekliyor. Anasını, babasını, bozkırı, ‘yüklü’ yavuklusunu..