Ahmet Boyacıoğlu
75. yılını kutlayan Cannes Film Festivali’nde geçen yıllara göre bazı değişiklikler vardı.
‘Marche du Film’, yani film pazarı belirgin bir şekilde küçülmüştü. Amerikalılar, Çinliler ve Japonlar pek ortalıkta görünmediler. Pandeminin ve enflasyonun etkisi olabilir. Bir dedikoduya göre, geçen yıl festivalde gösterilen bir belgesel, Çin’in boykotuna neden olmuş. Belgeselin konusu Hong Kong’da yapılan Çin karşıtı gösterilermiş. Her ülkenin bir yumuşak karnı var. Festivale Türkiye’den katılanların sayısı da geçen yıllara göre çok azdı. Euro 16-17 TL olunca Avrupa’ya gitmek zorlaşıyor. Belki de bunlar iyi günlerdir. Yılda sadece bir kez yurt dışına çıkılabilen günleri hatırlayan var mı? Ya da cebinde dövizle yakalananların hapse girdiği yılları?
‘CANNES, ULUSLARARASI KONUKLARIN KATILDIĞI BİR FRANSIZ FESTİVALİDİR’
Neler izledik? Birkaç iyi film dışında program oldukça vasattı. Güney Fransa, dünyanın en zengin bölgelerinden biri. Maserati taksi var, gerisini siz düşünün. En ucuz modeli 81 bin 550 euro imiş. (Şimdi bunu okuyup Maseratilerini satmaya kalkanlar olur, yapmasınlar. Yeni bir araba çok daha pahalıya gelir.) Para sıkıntısı çeken insanları anlatan birçok film izledik. Dışarıdaki zenginlik ve gösteriş ile beyazperdedeki sefalet hiç birbirine uymuyordu. Filmlerde bol miktarda cami, kilise, papaz ve imam vardı. Tesadüf müydü, bilemiyorum. İnsanlar dünyevi sıkıntıları artınca dine mi sığınıyor? Belki de öyledir. Organizasyon, her zaman olduğu gibi kötüydü. Birçok kişi bilet bulamazken, salonlarda boş koltuk çoktu.
Festivalle ilgili en çarpıcı yorumu Latido Films dağıtım şirketinin yöneticisi Antonio Saura yaptı. Kendisi sinemacı bir aileden geldiği (babası Carlos Saura) ve yıllardır bu işi yaptığı için söyledikleri önemli. Aynı zamanda Avrupa Film Akademisi üyesi olan Antonio, akademi için hazırladığı bir raporda festivaldeki 39 filmin Fransız ortak yapımı olduğunu ve bu rakamın diğer bütün Avrupa ülkeleri filmlerinin toplamından daha fazla olduğunu görmüş. Yorumu: “Cannes, uluslararası konukların katıldığı bir Fransız festivalidir.”
‘GÜVERCİNMİŞ, HADİ CANIM SEN DE…’
Zaman bulamadığım için yazamadığım bir filme geri dönmeliyim, çünkü bu önemli. Kelly Reichardt’ın yönettiği Amerikan yapımı “Showing Up” yarışmadaki filmlerden biri. Heykel sanatçısı Lizzy, açılacak sergisine hazırlanıyor. Doğal olarak yaratıcılık stresi yaşıyor. Burada filme önemli bir karakter dahil oluyor. Ricky, açık pencereden mutfağa giren güvercine saldırıyor. Ricky, tombalak bir sarman kedi. Kendisini bu saldırı için kınamamak gerek çünkü kediler içgüdülerine göre davranan yaratıklar ve kuşlardan hiç hoşlanmıyorlar. Kızımın iki kedisi olduğu için bu konuda biraz bilgiliyim. Lizzy saldırıyı engelliyor ancak yaralı güvercine yardım etmek yerine, ‘git başka yerde öl’ diyerek pencereden dışarı atıyor. Ertesi gün büyük bir sürprizle karşılaşıyor, hiç hoşlanmadığı ev sahibi güvercini bulmuş, kırılan kanadını sarmış, üstelik kendi çok meşgul olduğundan (o da bir sanatçı) bakması için Lizzy’ye getiriyor. Al başına belayı. Kedi Ricky bir odaya kapatılıyor, yaralı güvercin veterinere götürülüyor. Fatura 150 dolar, kuş yemi de 3.99. Tabii bu para komşudan isteniyor. Lizzy’nin bir arkadaşı bunu duyunca, ‘Ne gerek vardı ki, biz güvercinleri BB tüfekleri ile vuruyoruz’ diyor. BB tüfeği neymiş diye internete girdim, bizim havalı tüfek dediğimiz, küçük saçma atan bir tüfekmiş, 22 dolara satılıyor, sudan ucuz…
Filmin önemli karakterlerinden biri olan kanadı kırık güvercin, son sahnede uçup gidiyor, herkes de buna çok seviniyor. İletişimsiz aile ve ‘komşunuzdan nefret ediniz’ temaları üzerine kurulu senaryo, aslında güvercin olmasa çok zayıf kalacak. Şimdi gerçeklere geri dönelim. Festivalde olduğumuz için dış dünya ile ilişkimizi kesmiş değiliz. Birkaç gün önce Amerika’nın Teksas eyaletinde silahlı bir saldırı sonucu on dokuz ilkokul öğrencisi ve iki öğretmen hayatını kaybetti. BBC’den öğrendiğime göre 329 milyon nüfusa sahip ABD’de 400 milyon silah varmış. Şimdi birtakım politikacılar boş boş konuşuyor, ölen öldüğüyle kalıyor. Trump, yaptığı bir konuşmada öğretmenlerin silahlandırılması gerektiğini söylemiş. Bu adam ölünce mutlaka otopsi yapılıp beyni incelenmeli. Bu güvercin filminin yönetmeni, eğer gözü yiyorsa Amerikan silah lobisi hakkında bir film yapsın, biz de kendisini ayakta alkışlayalım. Güvercinmiş, hadi canım sen de.
ÖDÜL TÖRENİ
Ödül töreninden izlenimleri de yazayım. Jüri başkanı Fransız oyuncu Vincent Lindon, törenin başında bütün üyeleri öptü. Belli ki toplantı gergin geçmiş, barışma öpücükleri. Lindon yaptığı konuşmada jürinin her yıl değişmesine gerek olmadığını, önümüzdeki yıl da ekip olarak bu işe talip olduklarını belirtti. Arkasından da en çok kendi sözünün geçeceğini sandığını ama sonra yanıldığını anladığını söyledi.
Ödüllere gelince “Kutsal Örümcek” filmi ile En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü alan Zar Amir Ebrahimi’nin İran’a, “Cennetten Gelen Çocuk” ile En İyi Senaryo Ödülü’nü alan Tarik Saleh’in de Mısır’a gidemiyor olması ilginç bir tesadüftü. “Kutsal Örümcek”in Ürdün’de, “Cennetten Gelen Çocuk”un da İstanbul’da çekildiğini hatırlatalım. En İyi Erkek Oyuncu Ödülü “Arabulucu”nun başrol oyuncusu Song Kang-ho‘ya gitti. Böylece “Arabulucu”nun başka bir ödül alamayacağını da öğrenmiş olduk.
Jüri Ödülü, “Sekizinci Dağ” ve “EO” arasında paylaştırıldı. Ödüllerin paylaştırılması jüri toplantısında tartışma çıktığının kanıtıdır. “EO”nun yönetmeni Jerzy Skolimowski filminde oynayan eşeklere isimleriyle tek tek teşekkür ederek törenin en ilginç konuşmasını yaptı. Jüri, festivalin 75. yıl dönümü için bir özel ödül yaratarak Dardenne Kardeşleri de mutlu etti. En İyi Yönetmen Ödülü, şüphelendiği kadına aşık olan bir polisin hikâyesini anlatan “Ayrılma Kararı” adlı filmin Koreli yönetmen Park Chan-wook’a gitti. Jüri Büyük Ödülü de iki film arasında paylaştırılınca ister istemez jüri üyelerine daha dikkatlice baktım. Kimsenin yüzünde morluk yoktu. Ancak kavga çıktığını artık kesin olarak söylemek mümkün. Lukas Dhont’un yönettiği “Close” için herkes bir ödül beklentisi içindeydi ama Claire Denis imzalı “Stars at Noon” adlı filmi kimse sevmemişti. Yine de Fransız kontenjanının sadece bir film için kullanılmış olması sevindiriciydi.
Gecenin kazananı “Triangle of Sadness” ile Ruben Östlund oldu. Gösterildiği günden itibaren çok tartışılan, benim çok beğendiğim ve çıkan olumsuz eleştirileri anlamakta zorluk çektiğim “Triangle of Sadness” kesinlikle bu yılın üzerinde en çok konuşulan filmi olacak.