Önce: Neden bunca yıl sonra bu metni kumbaramdan çıkartıp harcamaya karar verdim, buna bir açıklama getirmem gerek sanırım. “Sürtük” her yönüyle sorunlu bir kelime, bir deyiş… AKP’nin ve Devlet’in tepesindeki bir ismin bu tür ifadeler kullanması gerçekten anlaşılır, kabul edilebilir değil. Sadece Gezi’ye yönelik değil tabii. Sigara, içki/alkol vb. konularında da sürekli bir hakaret, aşağılama havası esiyor yukarıdan aşağıya doğru. Üstelik bunun “sorgusu suali” yok. Hukuki bir mercii yok.
Şimdilik kaydıyla üç kitap adı vereceğim; elbette üç yüz kitap adı da verebilirim ama dünkü hikâyenin ötesinde yüzyıllardır içinde yaşadığımız durumu asgari düzeyde algılayabilmek açısından yeterli diye düşünüyorum. Etiennede La Boétte, “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev”; Frédéric Gros, “itaat etmemek”; Johanna Russ, “Yazmak Yasak / bastırılan kadın yazını”… Belki hızlıca bir ek de Hahnah Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı” adlı eserini anabiliriz.*
Girizgâh: Okuduğum kitaplarda bazen dikkatimi çeken “yabancı” sözcükler olur. Onları not defterime geçerim. Yeri geldiğinde de kumbaramdan çıkartıp kullanırım. Tüketmek anlamında değil; bir ‘doğruyu’, ‘güzelliği’ farklı dillerde çoğaltmak, yeniden üretmek veya bir ‘yanlışı’, ‘çirkini’ bütün dillerde eksiltmek için. İşte bu yazının başlığını koyduğum İspanyolca sözcük kümesinin Türkçe açılımı: “Şimdi ve her zaman barış.”
Peki, buna itiraz eden var mı? Sanmıyorum. Dünyanın bütün dillerinde söylense eminim hiç kimse “doğrudan” karşı çıkmayacaktır.“Ama!…” İşte en sevmediğim duraklama anı…
Yazıma da eksen olacağını düşündüğüm birkaç sözcük de Almancadan: Ver-sprechen: yanlış söylemek; sürç-i lisan etmek; Ver-schreiben: yanlış yazmak; Das ver-lesen: yanlış okumak…
Bu üç “yanlış” ülkemizde çok sık tekrarlanıyor. Üstelik devleti ve dolayısıyla toplumu “teslim alanlar” tarafından. Devleti ve toplumu sadece politikacılar, askerler, bürokratlar, işadamları teslim almış değil, onların güdümünde ya da önünde giden bir de “medya” konvoyu var ki tam anlamıyla evlere şenlik!
Ülkenin her karış toprağına girip çıkanlar; en ücra köşesine kadar söz ve görüntü salvoları gönderenler… Çoğulculuğu, demokrasiyi bir “tehlikeli oyun” gibi algılayanlar… Yan yana iki köşede tamamen iki ayrı dünya, iki ayrı ideolojik duruş sergiliyorlar. Karşılıklı birbirlerine kalem sivriltiyorlar, silah çekiyorlar.“Suikast” herkesin gözü önünde “harflerle” sahneye konuluyor. “Sanal/sahte savaş oyunları” bittiğinde bu kez ritüel devreye giriyor: “Yamyam gözyaşları, tamtam çığlıkları…” Oysa “diğer cephe”de“hakiki savaş” kıran kırana sürüyor. Binlerce gencecik insan yaşamlarını yitiriyorlar. “Aşk çağı” onlar için “tabut çağı” oluyor. Ne acı, çok acı…
Asıl konuya geliyorum: Eğer bir Baş/bakan “oturgan” değilse; ağzından çı-kanı öncelikle kendi kulağı duymuyorsa ortada ciddi bir sorun -hatta olası so-runlar- var demektir.
Örneğimizi ayrıntılarıyla ele alıp inceleyelim şimdi. Baş/bakan dedi ki: “… yan gelip yatma yeri değildir.” Üç noktayla bırakılan boşluğu “okur” doldursun. Hangi mesleği, kurumu uygun buluyorsa onu yazsın.
YILMAZ ERDOĞAN’A YAPILAN ATIF
Soru şu: Bir Baş/bakan’ın böyle bir cümle sarf etmesi ne kadar gerekli ve yerindedir? Sanırım çok anlamsız bir soru oldu.
Baş/bakan’ı böyle bir cümle sarf etmeye kim “azmettirmiş” olabilir peki? Öldürülen bir askerin yakını, annesi, babası… Peki, bu “yakın” ne demiş olabilir ki? “Şehit cenazeleri istemiyoruz -artık-!”“Artık” sözcüğü biraz fazla durdu -bence-! “Şehit” de fazla durdu! “Cenaze istemiyoruz!” Yetmeli. Bu paragraf, doğal olarak, Özdemir İnce’ye de bir “mektup” niteliğindedir! Neden? Yılmaz Erdoğan’ın, İnce’nin de yazdığı Hürriyet gazetesinde, tam sayfa yayımlanan mektubunu “tek gözü” ile “yanlış okuduğu” için.
Anımsayacaksınız. Yılmaz Erdoğan 24 Temmuz 2006 tarihli Hürriyet gazetesinde büyük başlığı “Yalvarıyorum” olan bir “mektup” yayımladı. İnce bu “mektup”ta yer alan “kimse genç ölmesin dağlarımızda” tümcesine atıfta bulunarak Yılmaz Erdoğan’a hiç de hak etmediği bir ithamda bulundu, “yanlış yazdı” yani. Metni baştan sona okuyanlar, Yılmaz Erdoğan’ın “dağdakiler öldürülmesin” derken ne anlatmak istediğini çok iyi anlamışlardır, eğer bir “ideolojik çarpıtma” veya “rant” peşinde değilseler. O tümce “dağın öteki yakasındakiler” için geçerli olduğu kadar “bu tarafındakiler” için de geçerlidir. İnce söz konusu metne önyargıyla yaklaştığından, Yılmaz Erdoğan’ın ısrarla ve birçok kez “her silah öldürür, ama mayından kahpesi yoktur” iletisini göz ardı eder. “Mayınlar döşemeyin geleceğinizin güzergâhına” derken Erdoğan, kimlere seslenmiş oluyor? Türk askerine mi?
Vicdanı donmuş, ruhu çürümüş, dili kokuşmuş politikacılar gibi “yanlış yazmak”, “yanlış okumak” ve “yanlış söylemek”, yani “yanlış yapmak” bir “şair” de olan İnce’ye ne kazandırır? Bir başka soru da şu olabilir: “Kürt sorunu”nun çözümü için kaç satır yazdınız? Kaç etkinlikte bulundunuz? Vereceğiniz yanıtı tahmin ediyorum. En hafifinden “Böyle bir sorun yoktur” diyeceksiniz. Öyle ya moda birtakım akımlar da “İkinci Dünya Savaşı hiç olmadı; fırınlarda Yahudiler yakılmadı, Hiroşima’ya/Nagazaki’ye atom bombası atılmadı!” gibi abuk subuk “düşünce”ler öne sürebildiklerine göre…
Sahi “bu sorun” bunca zamandır niçin çözülemiyor? Dünyada buna benzer çözülemeyen ya da çözülmeyen “örnekler” var mıdır? İspanya ‘emsal teşkil eder’ mi? Benzerlikleri nelerdir? Dahası, “bu sorun” siyasi midir, askeri midir, kültürel midir? Nedir? Niçin çözülemiyor? Böyle bir savaşı ne aklım kabul ediyor ne de kalbim.Gencecik insanlar ölürlerken/öldürürlerken/öldürülürlerken bizler mahallemizde nasıl yaşıyoruz, yaşayabiliyoruz, anlamakta güçlük çekiyorum! Bunun ahlaki/etik bir boyutu var mı? Ya hep birlikte “boğazlaşalım” ya da hep birlikte “halaya” duralım! Böylesi tam bir işkence, uzun, upuzun süren bir işkence. Değil mi? Yanılıyor muyum? İnsanlığın mitolojisi böyle mi kurulmak/kurgulanmak zorunda?
Binlerce, on binlerce gencecik insanın kanıyla/canıyla/tabutuyla ne elde edilmek istendiğini anlayan var mı? Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi/en güzel sistemi/vatanı on binlerce gencecik insanın canı/kanı/tabutu pahasına kurula-caksa, varsın kurulmasın! Edgar Morin’in demesi “Dünya Vatan” kansız, ölüsüz, cesetsiz inşa edilse n’olur ki? Sınırların, tel örgülerin, utanç duvarlarının incileri mi dökülür!
BUGÜNÜ HARABEYE ÇEVİREREK GELECEĞİ İNŞA EDEMEZSİNİZ
Yeri geldi sanırım: Evrimden sonra gelecek “toplumsal devrim” dışındaki “her türlü” kalkışmayı/isyanı/öncü savaşını/gerilla mücadelesini reddediyorum. Tek görünürlüğü “silahı kutsamak, mayına tapınmak” olarak algılanan volantirizmi reddediyorum. Dahası, “her türlü” terörü reddediyorum. Çünkü bunların bedeli her zaman ve her koşulda gencecik insanlara ve yoksul halklara ödettiriliyor. Türk ve Kürt halklarına ödettiriliyor. Dünya halklarına ödettiriliyor.
Bugünü karartarak geleceği aydınlatamazsınız!
Bugünü harabeye çevirerek geleceği inşa edemezsiniz!
Bugünün kuşaklarını imha ederek geleceğin kuşaklarını yaratamazsınız!
Anlaşıldı: Baş/bakan “doğaçlama” bir “isyanı” bile doğru okuyamıyor. Bu nedenle de, “yanlış” demek hafif kalır, “hafifimsi” tepkiler veriyor. “Empati”den yoksun: Korkunç bir şey, üstelik bir ülkenin “Baş/bakan”ı olması da söz konusu “korkunçluğu” üçe-beşe katlıyor. Ama bu konuda ne yazık ki, İnce örneğinde de görüldüğü gibi, hiç de yalnız değil! “… yan gelip yatma yeri değil” diyene dört bir yandan saldıranlar da sonuçta tersinden aynı cümleleri terennüm ediyorlar. Çözüm mekânı olarak “savaş alanı” kutsanıyor. “Gazilik”, “şehitlik” ve diğerleri, ölmek ve öldürmek yani, “vatanın olmazsa olmazı” olarak binlerce kez ve binlerce dilden/kalemden belleklere kazınıyor. Böylece gencecik insanlara “gazi olmaktan, şehit düşmekten”, yani “ölmekten ve öldürmekten” başka bir seçenek bırakılmıyor, sunulmuyor. Her iki “cephe” de korkunç acımasız. Başka türlüsünü beklemek zaten imkânsız: Irkçılığın, kafatasçılığın Türkçüsü, Kürtçüsü, Alman’ı, İngiliz’i, Amerikan’ı, Fransız’ı, Ermeni’si, Yahudi’si, Rum’u yok çünkü, yok…
“Sinsi plan” meselesine gelince…
Bu, “Türk’ün Türk’e propaganda”sından da öte bir şeydir! Türk’ün Türk’ü “resmen ve hile ile kazığa oturtması”dır! Yazıktır, günahtır! Evlatlarını kaybetmiş insanların bu kadar incelikli senaryolarda yer aldıklarını kurmak ve kurgulamak… Pes doğrusu.“Basta ya!” (Yeter artık!)
Şimdilik “sonsöz” yerine: İspanya’da olduğu gibi sanırım bizde de “Ermia Ruhu”nu canlandırmak gerekiyor. Yani “her türlü” (lütfen buradaki “her türlü”ye dikkat edilsin: Diyarbakır’da bir parka konan ve “oyun çağındaki” çocukların ölümüne neden olan katliamın adresi de buna özellikle dahildir) teröre, şiddete karşı “halkların sesi”ni yükseltmesi, topyekûn eyleme geçmesi artık sorunun çözümünde olmazsa olmaz tek yöntem ve adrestir. Yani o park katliamına gösterilen tepkinin “her türlü” teröre gösterilmesi ve ülke geneline yayılması…
Bu arada diğer bütün güçleri; ideolojik söylemleri, vatan millet, ölüm kalım edebiyatlarını sahnenin dışına fırlatıp atmak ve noncredible (inanılmaz) olanı gerçekleştirmek…
Not: Joanna Russ’ın üst başlığı “Yazmak Yasak”, alt başlığı “bastırılan kadın yazını” olan eserini okumanın ötesinde berisinde kabataslak gözden geçiren biri, vicdanı kelepire çıkmamışsa eğer, bırakın mahalle kahvehanesini, dolmuş durağını, genelev kapısını, meclis çatısını; entelektüel dünyalarda bile ne çok “sürtük” veya “çürük” beyinli/ruhlu insan sıfatlı görecektir. Tepedekinin patavatsızlığı “kendinden” olmayana, “tam teşekküllü biat” ettiremediğine nefretinden kök salıyor. Bunda abesle iştigal bir durum yok. Memleketin tepesinde olduğundan her gafı “kanun namına”gerginlik yaratıyor. Memleket geriliyor ve o, bu gerginliğe bağımlı. Tedavisi var mı, bir psikiyatra danışılmalı. Peki, diğerlerinin, sokaktaki genceciklerin, tüyü bitmemişlerin ve tabii entelektüel dünyalardaki resimlerine hayranlıkla baktığımız, kelimelerine ağzı açık kaldığımız, müzik notalarında kendimizden geçtiğimiz “maçoların” bu kadar değer görmesi, hatta kadın yazıcılar/yazarlar tarafından el üstünde tutulmaları neye yorulmalı? Verdiğiniz/vereceğiniz yanıtı da çerçeveletip duvarınıza asın. Bilin ki yeryüzü her geçen gün biraz daha “olmamışlığa” doğru yol alıyor. Direnişe evinizden, ailenizden, işyerinizden, çevrenizden, örgütünüzden, partinizden, imgelerinizden/metaforlarınızdan, dilinizden, hatta gözlerinizden yani bakışlarınızın ifadesinden başlarsanız… Bir ihtimal, değişimin “olumlu” etkisi birkaç yüzyıla kendini gösterecek. Asırların harabeye çevirdiği ruhları öyle üç güne beş güne sağaltmak pek mümkün olmasa gerek…
Alaattin Topçu