Önceki gün Gaziantep’te, vicdanımızı yaralayan bir olayın görüntüleri düştü önümüze. Olay kısaca şu şekilde;
Çarşaflı, yaşlı, Suriyeli bir kadın, yalvarır gözlerle etrafa bakarken öfkeli bir kalabalığın önünde bir bankın üzerine oturtulmuş vaziyette durmaktadır. Bu esnada kalabalıktan biri yaşlı kadının suratına ayağının tabanıyla sert bir tekme indirir. Kadın devrilir, ağlamaya başlar ve feryat eder. İzleyenler Suriyeli olduğunu fark eder. Bu video sığınmacılara dönük nefret söylemine karşı duyarlı olan sosyal medya kullanıcılarından tutun da Suriyeli sığınmacılara ilişkin öfkeli paylaşımlar yapan hesaplara kadar her kesim tarafından paylaşıldı ve lanetlendi. Görüntünün savunulacak hiçbir tarafı yoktur.
Fakat sonra, sosyal medyanın öfke dolu ikliminin de etkisiyle, bu tekmenin zannedildiği gibi ırkçı bir tekme olmadığına ilişkin söylem de gelişti. Bu söylem özetle şöyle;
Kadının, kentte çocukları kaçırıp öldüren bir çocuk hırsızı olduğuna ilişkin iddialar dolanmaktadır. Bu iddialara dayanarak oluşturulan eşkale de uygun bir görüntüsü vardır yaşlı kadının. Bu eşkal Whatsapp gruplarında gezmiş ve bölge insanları kadının suratına aşina hale gelmişti. Fakat iddialar tümüyle asılsızdır. Ancak günün sonunda, bir çocuk katiline dönük öfke vardır, bir Suriyeliye değil. Bu savunma, tekmenin bir ırkçı saldırı olmadığını ifade ediyor.
Kim haklı kim haksız? Konumuz bu olmadığı için yorum yapmıyorum, görüntüleri izlemeyenler buraya
Bu arada tekme atan şahsın uyuşturucu ve hırsızlıktan çok sayıda suç kaydı olduğunu gazeteci Esra Elönü paylaştı. Bunu paylaşırken Elönü’nü şahsa hakaretler yağdırdığını da kayda geçirelim. Şöyle diyor Esra Hanım;
“Can kardeşlerim sayın vali Davut Gül beyle görüştüm, bu twiti kalbimi tutarak yazıyorum. Teyzemiz Suriyeli zihinsel engelli uyuşturucu ve hırsızlıktan bir çok suç kaydı bulunan bir tane açık büfe kromozom çocuğu yürüyen WC, teyzemize tekme atıyor. Söz konusu leş Emniyetin ve valiliğin titiz çalışmaları sonucu gözaltına alınmış. Mazlum teyzemizin hiçbir suçu yok şeref züğürtlerinin attığı yalana kurban gidiyor.”
“M – Bir şehir katilini arıyor”
Bu olay, bundan 91 yıl önce 1931’de Almanya’da çekilmiş bir filme fena halde benziyor. Filmin adı, “M – Bir Şehir Katilini Arıyor”. Yönetmen meşhur Metropolis’in de altında imzası olan Fritz Lang.
Hikayemiz, 1929 Büyük Ekonomik Buhranının etkilerini en sert yaşayan ülkelerden Almanya’da geçen bir psikolojik gerilim. Film, kentte bir anda ortaya çıkan bir çocuk katilini konu edinmektedir. Katilin cinayetlerinin sayısı arttıkça toplumdaki korku da yükselir. Devlet de teyakkuzdadır. Polis her köşe başında kimlik kontrollerine başlar. Devriyelerin ve sokaklardaki polislerin sayısı artırılır. Derken, toplumun üzerindeki bu ağır denetimin ilk mağdurları da katilin peşine düşer. Kim onlar? Kentin sokaklarında yaşayanlar. Hepsi illegal değil ama tümü gayriresmi yaşayanlar. Suç çetelerinden, evsizlere, dilencilere, hatta seyyar satıcılara kadar geniş bir kesim, artan polis denetiminden oldukça rahatsız olur ve bu durumun sorumluluğunu da çocuk katiline yıkarak katilin peşine düşer. Çocukları kaybolan aileler de suç çetelerinin, bu tavrından memnundur.
Bu gayriresmi halk tabakası filmin sonunda katili yakalayan taraf olur ve polise teslim etmeden kendi kurdukları mahkemeye çıkarır. Bu bir halk mahkemesidir ancak mahkeme başkanı bir çete lideridir. Mahkeme salonu, geniş bir mahzendir. Seyirciler ise katilden nefret eden halk kesimleridir.
Katilin savunması hasta olduğu üzerine kurulur. Savunmasında öldürme güdüsünü durdurmadığını anlatır katil. Gerçeğe o kadar yakın bir mahkeme tasarlanmıştır ki, katilin bir de avukatı atanmıştır. Avukat da çocuk katilinin akıl hastanesine götürülmesi gerektiğini söyler ve polise teslim edilmesini talep eder.
Polise teslim etmek mi? Bu talep hem mahkeme başkanından hem de salondan tepki çeker. Korku öyle bir seviyeye ulaşmıştır ki, herkes hukukun, yasaların yeterli güvenliği sağlamadığını düşünmeye başlamıştır. Hukuk mu? Yasalar mı? Bunların bu tedirginlik ortamında hükmü azalmıştır. Yaşamak için hukukun biraz geri çekilmesi şarttır. Sorunlar öylesine büyüktür ki, hukuk çok yavaş kalmaktadır.
Bu duygular içindeki halka ve mahkeme başkanına göre çocuk katili öldürülmelidir. Cehennemin dibine gönderilmelidir. Halk da bu kanaattedir, hatta bir kısmı, bu psikopat katilin çocukları kaybolan ailelere teslim edilmesi gerektiğini savunur.
“M” filminin yazının başında anlattığım olayla tek bağlantısı her iki olayda da bir çocuk katilinin başrolde olması değil. Aynı zamanda dönemin Almanya’sı tıpkı bugünün Türkiye’si gibi derin bir ekonomik krizden geçmektedir. Bu ekonomik bunalım nedeniyle de toplumdaki korkunun etkisi çok daha fazla hissedilir.
O kadar ki, suç çeteleriyle devletin işbirliği yapmasını bizzat halkın kendisi ister hale gelmiştir. Dahası, devleti yönetenler de halktan farklı düşünmemektedir. Bu büyük sorunla hukuk dairesi içinde baş etmek devlet yöneticilerine göre de imkansızdır. Çok büyük sorunları olan halklar iktidarlara çok esnek ve yüksek yetkiler vermelidirler. Hukuk dairesi son derece katı ve dardır.
Bu filmin değeri, aradan yıllar geçtikten sonra daha iyi anlaşıldı. Yönetmen Fritz Lang, aslında faşizmi isteyen, onu talep eden bir toplumu gözlemişti. Nasıl bir toplumun Adolf Hitler gibi bir psikopatı seçebileceğini gözlemiş ve beyaz perdeye yansıtmıştı. Fakat bunu yaparken Adolf Hitler henüz iktidarda değildi. Fritz Lang, faşizmi arzulayan toplumun nasıl göründüğünü anlatmak istemişti.
Bizim ülkemizin de aynı çerçeveden ele alınabilecek bir atmosferi var. Ağır bir ekonomik bunalım ve korku içinde bir toplum. Ekonomik bunalım öylesine derinleşmiş ki, bu, halk kesimlerinde güvenlik endişelerini artırmaya başlamış. Üstelik umutsuz… Gençleri yurtdışına çıkmanın yolunu arıyor, doktorları Almanca öğreniyor. Toplumu ortadan ikiye bölen bir siyasi kamplaşma da cabası.
Böyle bir toplum, çok talihsiz kararlar verebilir. Hukuku askıya almanın ya da kendi hukukunu dayatmanın bir sorun olmayacağını düşünebilir. Halk kesimlerinin kendi örgütleri yoksa bu kesimler kendi arzusuyla faşizmi çağırabilir. Konserler yasaklansın diyebilir, muhalefet sussun diyebilir, barış sempatik bir sözcük olmaktan çıkabilir. Örneklerini görüyoruz.
Ancak tarih gösteriyor ki, sonradan ağır pişmanlıklar yaşar faşizmi çağıran toplumlar. Türkiye kurşun gibi ağır bir atmosferden geçiyor. Nefes aldıracak olan demokrasidir. Acil demokrasi…