16 Temmuz…
Peygamber Efendimiz (sav) ve Mekkeli Müslümanların Mekke’den Medine’ye göç edişinin ardından yaşananlar İslam tarihinde çok önemli gelişmelere yol açmıştı. Bu çerçevede Hicrî takvimin ihdasıyla 16 Temmuz 622 tarihi de Hicrî takvimin başlangıcı olarak ilan edilmişti.
Pek çok Peygamber hicret etmişti
Sözlükte, “terk etmek, ayrılmak, ilgisini kesmek” anlamına gelen hecr (hicran) masdarından isim olan hicret, “kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisanen veya kalben ayrılıp uzaklaşması” anlamına geliyor.
Kelime daha çok, “bir yerin terkedilerek başka bir yere göç edilmesi” manasında kullanılmakta. “Hicret eden kimse” anlamında muhâcir ve çoğul olarak muhâcirîn, muhâcirât kelimeleriyle Nisâ Suresi 100’üncü, Tevbe Suresi 100 ve 117’nci, Nur Suresi 22’nci, Mümtehine Suresi 10’uncu Ayetler ve Kur’an-ı Kerim’deki daha pek çok yerde Mekke’den Medine’ye göç eden Müslümanlar kastedilmekte.
Aslında “hicret” kavramı, Hz. Peygamber’den önceki dönemlerdeki birçok Peygamberin ve onlara inanan insanların, inançlarını rahatça yaşayamamaları üzerine başka beldelere göç edişleriyle de bilinmekteydi.
Hz. İbrahim, kavminin kendisini ateşte yakma teşebbüsünün ardından, “Doğrusu ben rabbimin emrettiği yere hicret ediyorum” demiş ve önce Filistin’e, ardından da Mısır’a göç etmişti. Yine Hz. Lût, Peygamberlik görevini yaparken kâfirlerin azgınlık ve ahlâksızlıkları karşısında gece vakti kendisine inananlarla birlikte yurdundan çıkmıştı. Hz. Şuayb ve Hz. Musa da hicret eden diğer Peygamberlerdendi.
Hz. Peygamber ve kendisine inananlar da daha önceki Peygamberler ve ümmetlerinin akıbetine maruz kalmışlardı. Mekke müşrikleri, Resûl-i Ekrem’e karşı, İslamiyet’i tebliğe başladığı andan itibaren olumsuz bir tavır takınmışlardı.
Bu tavır sadece İslam’ı reddetmekten ibaret kalmamış, yeni Müslümanlar birçok baskıyla karşılaşmışlardı. Hz. Peygamber de bu gelişmeler üzerine aralarında Hz. Osman ve hanımı Hz. Rukıyye’nin de yer aldığı bir grup Müslümana Habeşistan’a hicret etmeleri için izin vermişti.
Peygamber Efendimizin amcası Ebu Talip vefat edince…
Habeşistan Kralı Ashame’nin Müslümanlara adil davranması üzerine bu ülkeye göç eden muhacirlerin sayısı gün geçtikçe artıyordu. Bu gelişme karşısında endişeye kapılan Kureyşliler, kraldan Müslümanların iadesini istemiş ancak bu teklif reddedilmişti.
Müşrikler de öfkelerini Mekke’de kalan Müslümanlardan çıkartmaya başlamışlardı. Bu kapsamda Mekke’de Müslümanlara ve Hz. Muhammed’i himaye eden Hâşimoğulları’na karşı ekonomik boykot da devreye sokulmuştu. Bu süreçte Peygamber Efendimizin amcası Ebû Tâlib de vefat edince müşrikler artık saldırılarını bizzat Hz. Peygamber’e yöneltmişlerdi.
Böyle bir ortamda İslâm’ı tebliğ edemeyeceğini anlayan Resul-i Ekrem Taif’e giderek yeni bir çevrede davasını anlatmayı denediyse de çok sert bir tepkiyle karşılaşmış ve tekrar Mekke’ye dönmek zorunda kalmıştı.
Hızla Müslüman olan Medine sakinleri ise “Akabe Biatları”yla Hz. Peygamber’i ve dolayısıyla Mekkeli Müslümanları şehirlerine davet etmeye başlamışlardı. Medineliler biatlarında, Hz. Peygamber ve beraberindekiler geldikleri takdirde onları canlarını, mallarını, kendi çocuklarını ve kadınlarını korudukları gibi koruyacaklarına, rahat günlerde de sıkıntılı anlarda da İslam Peygamberi’ne tâbi olacaklarına dair and içmişlerdi.
Medine halkının İslam’a teveccühünün altında, öncelikle bu barış dininin kabileler arasında bitmek bilmez çatışmalara bir son verebileceği ümidi yatmaktaydı. Bundan başka, Medine yahudilerinin son Peygamberin yakın bir zaman içinde çıkacağını haber vermeleri de halk arasında bu yönde bir beklentiye yol açmıştı.
Öte yandan, şehrin İslamiyet’in çevreye kolayca yayılmasına imkân sağlayacak merkezî bir konumda ve müdafaaya elverişli coğrafî bir yapıda olması, ayrıca kervan yollarının üzerinde bulunması da Müslümanlar için Medine’yi cazip bir belde kılıyordu.
“Hz. Peygamber’i öldürme” kararı alınıyor
Medine’ye hicret eden ilk sahabe, Ebû Seleme el-Mahzûmî olmuştu. Büyük Muhaddis Muhammed b. İsmâil Buharî, Birinci Akabe Biatı’ndan (621) sonra Medine’ye İslâm’ı tebliğ için gönderilen Mus‘ab b. Umeyr ile Abdullah b. Ümmü Mektûm’u “ilk muhacirler” arasında saymaktaydı.
Onların arkasından da diğer Sahabeler, gruplar halinde Medine’ye göç etmeye başlamıştı. Müslümanların büyük çoğunluğunun Medine’ye yerleşmesi ve İslamiyet’in orada güçlenmeye başlaması Mekke müşriklerini korkutmuştu.
Kâfirler, Hz. Muhammed’in de bir gün oraya giderek Ashabıyla birlikte kendilerine karşı bir tehlike oluşturacağından endişe ediyorlardı. Bunun üzerine Mekkeli müşrikler Dârünnedve’de toplanıp, Ebu Cehil’in teklifiyle Peygamber Efendimizi öldürme kararı almışlardı.
Buna göre, Kureyş kabilelerinin her birini temsilen birer katil bu görevi yerine getirecek, böylece ismini Hz. Muhammed’in büyük-büyükbabası Haşim bin Abdimenaf’dan alan Hâşimoğulları’nın bütün kabilelere yönelik bir kan davasına cesaret edemeyecekleri umulmuştu.
Görevlendirilenler suikast hazırlıklarına başlarken Peygamber Efendimiz de Cebrâil vasıtasıyla durumdan haberdar olmuş, hicret hazırlıklarına başlamış ve Hz. Ebu Bekir’in evine gitmişti.
Birlikte hazırladıkları plan gereğince bir kılavuz bulmuşlardı. Abdullah b. Uraykıt adındaki bu kılavuz, Müslüman olmamakla birlikte güvenilir, mert bir kişi olarak biliniyordu. Hz. Ebu Bekir, hicret için önceden hazırladığı iki deveyi kılavuza vermiş ve üç gün sonra Sevr dağının eteğinde buluşmak üzere onunla sözleşmişti.
Daha sonra beraberce yola çıkarak Mekke’nin güneybatısındaki Sevr dağına varmışlar ve bir mağaraya gizlenmişlerdi. Burada kaldıkları üç gün boyunca Hz. Ebu Bekir’in oğlu Abdullah, geceleri gelerek elde ettiği bilgileri onlara aktarmıştı.
“Lâ tahzen innAllâhe meânâ” / “Üzülme, Allah bizimle beraberdir”
Resul-i Ekrem’i öldürmekle görevlendirilen Mekkeliler evinin etrafını sarıp gece boyunca beklemiş, ancak hanedeki kişinin Hz. Ali olduğunu öğrenince büyük bir hayal kırıklığına uğramışlardı.
Müşrikler, Hz. Ali’yi tartaklamış, hapsetmiş, bir süre sonra da serbest bırakmışlardı. Başarısız suikast girişiminin ardından bütün çevreyi taramaya başlayan Mekkeliler, etrafa haberciler göndererek onların başına ödül koyduklarını da ilan etmişlerdi.
Bu aramalar sırasında, içlerinden bir grup, saklandıkları mağaranın yanına kadar gelmişti. Hz. Ebu Bekir duyduğu seslerden endişe ederek, “Ey Allah’ın Resulü! Eğilip baksalar bizi görecekler.” diyor; Peygamber Efendimiz ise Kur’an-ı Kerim’de de işaret edildiği gibi, “Üzülme, Allah bizimledir” cevabıyla onu teskin ediyordu.
Yüce Allah’ın, Resulü ve onun arkadaşını koruduğu aşikârdı; çünkü müşrikler mağaranın yanına kadar gelmişler ancak bir örümceğin mağaranın ağzına ağ ördüğünü görerek geri dönmüşlerdi.
İslam kardeşliğinin temelleri Medine’de atılmıştı
Medine’deki Müslümanlar Hz. Muhammed’in Mekke’den ayrıldığını öğrenmiş, fakat gecikince endişelenmeye başlamışlardı. Bundan dolayı her sabah Mekke yolu üzerindeki Harre mevkiîne çıkıp, güneş yükselinceye kadar bekliyor, hararet artınca ümitlerini keserek evlerine dönüyorlardı.
Nihayet Peygamber Efendimiz, 20 Eylül 622’de Medine yakınlarındaki Kûba’ya gelmişler, burada 10 gün kalarak İslam’ın ilk mescidi olan – planını kendisi çizmişti – Kûba Mescidi’ni inşa etmişler –, 27 Eylül 622’de de (bazı kaynaklarda 24 Eylül) Medine’ye ulaşmışlardı.
Peygamber Efendimiz, Medineli çocukların öncülüğünde Ensar’ın söylediği “Tala Al-Bedru Aleyna” (Ay doğdu üzerimize) ilahisiyle karşılanmıştı.
Hicretle gelenler…
Hicretle birlikte; göç edenler (Muhacir) ile onları misafir edenler (Ensar) arasında tam bir İslam kardeşliği tesis edilmişti. Peygamber Efendimizin “muahat” olarak adlandırılan uygulaması da bunda büyük pay sahibiydi. Buna göre Resûl-i Ekrem, Ensarla Muhacirleri bir araya getirerek her Muhacir için Ensardan bir kardeş tayin etmişti.
Bu kardeşlik sözde de kalmamış hatta miras Ayetleri gelinceye kadar bu kardeşler birbirine vâris dahi olmuşlardı. Hicret; siyasî, ekonomik, sosyal, dinî ve askerî alanlarda büyük faydalar sağlamıştı.
Müslümanlar son tahlilde hicret sayesinde güç bulmuş ve Hz. Peygamber’in önderliğinde bir devlete kavuşmuşlardı. Peygamber Efendimiz “fesat” anlamında gelen bir köke sahip olduğu için Yesrib adını, “hoş ve güzel” manasında Taybe veya Tâbe’ye çevirmişti. Bununla birlikte belde daha çok “Medînetü’n Nebi” yahut “Medine-i Münevvere” ya da sadece “şehir, şehirlilik, medenilik” anlamlarına gelen Medine adıyla anılır olmuştu.
Medine, Hz. Osman’ın şehit edildiği tarihe kadar İslam Devleti’nin ilk başkenti unvanını da taşımıştı. Peygamber Efendimizin Medine ile olan bağı ise vefatının ardından da devam etmiş ve Mübarek Kabirleri burada yer almıştı.
Müslüman takviminin başlangıç yeri
Hicrî takvim, Medine’ye yapılan göçle vücut bulmuştu. Bu takvimden önce Müslümanların arasında takvimle ilgili bir standart yoktu. Tarihleme, belli başlı olaylara atıfla yapılıyordu.
Mesela “Fil vakasının ikinci senesi” ya da “Kâbe’nin tamir edilişinin üçüncü yılı” gibi tarih belirlemeleri vardı. Bu durum ise karmaşalara yol açabiliyordu. Bunun üzerine Müslümanlar açısından önemli bir başlangıç noktasına göre takvim oluşturulması kararlaştırılmıştı.
Böylece, Peygamber Efendimizin Mekke’den Medine’ye hicreti (622) başlangıç yılı alınmış ve Muharrem ayının ilk günü yılbaşı olarak kabul edilmişti. Biraz karmaşık bir yapısı olan Hicrî takvim, kendi içinde Şemsî ve Kamerî olarak ikiye ayrılmaktaydı.
Buna göre, Şemsî takvimin başlangıcı 20 Eylül 622’ydi (Peygamber Efendimizin Kûba’ya ayak bastığı tarih) ve “Güneş Yılı”na göre hesaplanmaktaydı. Dünya’nın, Güneş etrafında tam bir dolanımı için geçen süre ortalama 365 gün 6 saat olarak hesaplanmıştı.
Bugün kullandığımız miladî takvim “Güneş Yılı”na dayandığından dolayı da “Ay Yılı”, “Güneş Yılı”ndan yaklaşık 11 gün daha kısa oluşmaktay. Böylece “Ay Takvimi”nin başlangıcı her yıl 11 gün öne doğru gelmekte. Kamerî takvimin başlangıcı ise 16 Temmuz 622’ydi ve “Ay Yılı” baz alınarak hesaplanmıştı.
“Ay Yılı”, Ay’ın Dünya çevresinde 12 kez dolanmasıyla geçen 354 gün 8 saatlik süreye göre oluşturulmuştu. Dolayısıyla aylar güneş yılına göre kaydığı için de Müslümanlar, Ramazan orucunu aynı mevsimde değil her mevsime gelecek şekilde değişik 11 gün kayma ile tutmakta, aynı şekilde Ramazan ve Kurban Bayramlarını her yıl değişen tarihlerde kutlamakta.
Miladî 16 Temmuz 622, Hicrî 1 Muharrem 1
Sonuçta Hicrî takvim, Hz. Ömer’in Halifeliği zamanında, hicretten 17 sene sonra, 639’da, toplanan bir mecliste, Hz. Ali’nin önerisiyle “Hicretin gerçekleştiği yıl 1 kabul edilerek” oluşturulmuştu.
Matematiksel hesaplamalara göre de “1 Muharrem Hicrî 1. Yıl” 16 Temmuz 622 yılına denk gelerek başlatılmıştı. Böylece Kamerî takvimde birtakım tadilat ve yenilikler yapılmış, bu takvimin halefi Hicrî Kamerî takvim, bir süreç dâhilinde teşekkül ederek Hz. Ömer zamanında son şeklini kazanmış ve Hicrî takvim adını alıp, resmiyet kazanarak genel bir kullanım alanı bulmuştu.
Hicrî takvimdeki ay isimleri ise şöyle sıralanmıştı: Muharrem, Safer, Rebiülevvel, Rebiülahir, Cemaziyelevvel, Cemaziyelahir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade ve Zilhicce.
—————————-
– Ahmet Önkal, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, “Hicret Maddesi”
– Ahmet Özel, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, “Hicret (Fıkıh) Maddesi”
– Dr. İlhami Ayrancı, “Hz. Peygamberin Medine’ye Hicreti ve Bu Dönemde Uyguladığı Stratejiler” Kalemname Hâkemli Dergi, Aralık 2018,
– Doç. Dr. Kasım Şulul, “Hicrî Takvim Nasıl Ortaya Çıktı?”, Hicrî Takvim Araştırmaları Merkezi
– Necati Akgür, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, “Takvim Maddesi”