“Ayasofya’yı kapalı tutmak, Allah’a sövmeye, Kur’ana tükürmeye, Türk tarihini kubura atmaya, Türk iffetini kirletmeye, Türk vatanını satmaya denk bir suçtur. Gençler! Bugün mü, yarın mı, bilemem!
Fakat Ayasofya açılacak!.. Türk’ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofya’nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilirler.”
20’nci yüzyıl Türkiye İslamcılığının öncülerinden Necip Fazıl Kısakürek böyle diyor 1965’te. 1969’da kurulan Milli Nizam Partisi ile başlayan Milli Görüş geleneği de Ayasofya’nın yeniden cami yapılmasını bir dava haline getiriyor. Çok uzun yıllar İslamcılar için son derece sembolik bir önem arz ediyor Ayasofya. Müze olarak kalması, Türkiye’nin esaretine denk görülüyor.
Bu romantik bir bakış açısı elbette. Ne demek romantizm? Akılcı eleştiriden çok, bilinç dışından etkilenen bakış açısı. İnsanın gündelik hayatını görmezden gelerek, onu tarihin epik bir hikayesine özne yapmak… Mesela Türk işçi midir? Türk çiftçi midir? Yoksa patron mudur? Türk’ün gündelik hayatı nasıldır? Ne tür sorunlarla cebelleşir? Bu soruların cevabını aramaz romantizm.
Romantiklerde bulamadığımız cevapları gerçekçilerde buluruz. “Yürü hala niye oyunda oynaştasın, Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın” diye coşturur okuyucusunu romantik Arif Nihat Asya. “Senin de destanını okuyalım ezberden… Haberin yok gibidir taşıdığın değerden…” diye devam eder.
Buna karşılık toplumcu gerçekçi Hasan Hüseyin Korkmazgil, “Çalışmışım onbeş saat, tükenmişim onbeş saat, acıkmışım, yorulmuşum, uykusamışım” der. “Anama sövmüş patron, sıkmışım dişlerimi, ıslıkla söylemişim umutlarımı” diye devam eder. Peki hakikat hangisidir? Onbeş saat çalışan Mehmet’e Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın demek onun hakikatine uygun mudur? Sabah 5’te kalkıp servise yürüyen, ay boyunca çalışıp, üç kuruşun hesabını günde beş kez yapan Mustafa’nın hakikati Fatih’in torunu olmak mıdır? Elbette hakikati arayanlar gerçekçilerdir.
Elbette gerçekçiler de tarihi kendi süzgeçlerinden okurlar. Romantiklere göre bizler Osmanlı torunları oluruz, realistlere göre yoksul Anadolu köylüleri. Peki hayatın olağan akışına hangisi uygundur? Bu sorunun cevabını da bize türküler verir. Anadolu’nun halk türküleri gerçekçiliğin özgün örnekleridir. Çarşamba’yı gerçekten sel aldığı için türküsü yazılır. Çanakkale’ye 15 yaşında giden evlatlarımızın arkasından yakılan ağıttır Hey 15’li türküsü. Nitekim kızların da gözü yaşlıdır. Bunlar gerçek olduğu için değerlidir.
Dolayısıyla, toplumların düşünüş biçimine müdahale edilmezse, bu nehrin akacağı yatak oldukça gerçekçi olacaktır. Hakikati eğip bükmek, halk gerçeğini görmezden gelmek, romantizmin işidir. Mesela Ayasofya adlı şiirinde romantik şair Osman Yüksel Serdengeçti, Ayasofya’nın yeniden cami yapıldığı an yaşanacakları şöyle betimler;
“Putperest Roma’ya yeni bir mezar kazacaklar, sessiz ve öksüz minarelerinden yükselen ezan sesleri fezaları yeniden inletecek! Şerefelerin yine Allah’ın ve O’nun sevgili peygamberi Hz. Muhammed’in aşkına, şerefine ışıl ışıl yanacak; bütün cihan Fatih Sultan Mehmed Han dirildi sanacak”
1500 yıl önce bir Hristiyan Katedrali olarak inşa edildi Ayasofya. Mısır Piramitleri’nden sonra dünyanın en büyük yapısı olarak 1000 yıl anıldı. 11’inci yüzyılda Ortodoks ve Katolik Kiliseleri olarak ayrılmasında başrolde yine Ayasofya Kilisesi vardı. Bu tarihten itibaren sadece Hristiyan Katedrali değil, Ortodoks Katedrali haline geldi. Bu nedenle Doğu’daki Hristiyanların, Rusların, Bulgarların, Yunanların, Ermenilerin mezhebi Ortodokslar için son derece önemliydi Ayasofya. 13’üncü yüzyıldaki Haçlı Seferleri’nde Ortodoks Ayasofya bu sefer Katolik Katedrali’ne dönüştürüldü. Mezhep çatışmasının önemli bir sembolü haline geldi. Derken, Haçlılar geri çekilince Ortodokslar yeniden kendilerine uygun ibadethaneye dönüştürdüler tarihi mabedi. Bu nedenle Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u kuşattığında, Ortodoksların bir kısmı Haçlılar’dan yardım istemeyi reddetti. Bizans’ın son megadükü Lukas Notaras, bu nedenle “Konstantinapolis’de latin serpuşu görmektense Türk sarığı görmeyi yeğlerim” diyecekti. Ayasofya’nın ve İstanbul’un bu tarihi önemine saygı duyan Fatih de, bu nedenle fetihten sonra kendisine Kayzer-i Rum diyecekti. Yani Sezar… Fatih’ten sonraki Osmanlı Padişahları da bu ünvanı kullanır.
Peki laiklik temelinde yükselen Cumhuriyet, Ayasofya’ya ne yapacaktı? Elbette bu tarihini sadece 1453’ten başlatarak değil, bütünüyle ele alacak, dinlere eşit yaklaşacak ve onu müzeye dönüştürecekti. Dönemin ruhuna son derece uygun, gerçekçi bir tavırdı Ayasofya’nın müze haline getirilmesi.
Bugünlerde ise 1500 yıllık bir tarih gerçekçi olmayan romantik bir kapışmaya kurban ediliyor. Ayasofya’nın yeniden cami haline getirilmesinden bu yana, bu tarihi mabet türlü tartışmalara malzeme edildi. Her gün binlerce insan cami olarak kullanılan Ayasofya’ya gidiyor, bu insanların bir kısmı caminin kapısını koparıyor, halısından parça alıyor, sıvasını parçalayıp yutuyor.
Peki Serdengeçti’nin dediği gibi mi oldu sevgili Müslüman kardeşim? Ayasofya cami haline gelince Fatih yeniden dirildi mi sandık? Necip Fazıl’ın dediği gibi Türk iffeti temizlendi mi? 21 yaşındaki arkadaşım; “Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın, neden oyunda oynaştasın” diyenler senin hakikatine uygun mu nutuk atıyor? Düşünmüyor musun evlenmeyi, mutlu bir yuva kurmayı, ay sonunu düşünmeden, bu topraklar için üretmeyi sen de istemez misin? Çalışmışım on beş saat, tükenmişim on beş saat diyen Hasan Hüseyin Korkmazgil mi haklıydı yoksa? Şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyoruz diyen Nazım Hikmet sana anlatıldığı gibi vatan haini miydi?