Yolu Babıâli’ye erken düşenlerdenim. Bunun ne kadar büyük bir şans olduğunu yolu oradan geçen herkes bilir. Her ne kadar geçmişe özlem duymanın hastalıklı bir tarafı olduğuna inansam da “nerede o günler?” demekten alamıyorum kendimi ben de. Günümüz medyasının her anlamda, o günleri anımsamamıza yol açan bir gerileme içinde oluşu da bunda etkilidir belki de. Teknolojisi yüksek, ama “gazetecesi” olmayan bir medyamız var bugün, malum.
Kimler vardı kimler
Ne yokuştu ama. Yokuşu ağır ağır çıkan Oktay Akbal’a, bir ödül töreninden dönüşünde hızlı adımlarla yürürken, verdiğiniz selamı alıp yüzünüze gülümseyen Uğur Mumcu’ya rastlanılan kaç yokuş var böyle? Karşı taraftan koşarak gelen şair Kemal Özer’e, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nden çıkıp yokuşta bir başka dostuna giden Yaşar Kemal’e ya da?
Tanımak onuruna/şansına sahip olduğum eski kuşak gazetecilerin, bilgiye ulaşmanın hiç de kolay olmadığı o dönemlerde nasıl bu kadar bilgi dolu olduklarına şaşırırdım. Dünyadan haberdar, popüler ya da eski ne kadar fikir varsa onları başkalarına ayrıntılı anlatan dolu dolu insanlardı bunlar. Birini hiç unutmam; Troçkist derlerdi Abidin Nesimi için. Yokuşta yakalamıştı beni bir gün, koluma girmiş yürümeye başlamıştık. Yıllar geçti, ayrıntılarını unuttum haliyle, ama “demokrasiyi matematikle açıkladığım bir çalışmam var” dediği kalmış aklımda. Yirmi yaşında falanım, koluma giren adam ülkenin en namuslu, en çilekeş aydınlarından biriydi. Kollarımdaki “ağırlığın” bana ne büyük onur bahşettiğini zamanla daha iyi anladım. Türkiye’de Sosyalizmin Teorik Sorunları adlı kitabını okumuştum, çok sonra da Yılların İçinden adlı anı kitabını da. Son derece özgün, hiç bir sosyalist yapının içinde yer almamış bu bağımsız Marksist, yokuşta tanıdığım güzel insanlardandı.
‘Bir de sen çıkma’ dediler
Ayrı ayrı anlatılması gereken yaşanmışlıklarım/tanışıklıklarım var böyle; zamanı gelir anlatırım. Ama bugün hiç ama hiç (nedense) karşılaşmadığım birinden, mesleğin yüzakı bir gazeteciden, Ergin Konuksever’den söz edeyim istiyorum. Karşılaşmadım ama çok severim Ergin ağabeyi. Kendime örnek aldığım gazeteci ağabeyler, ablalar olmuştur hep. Bu uzun boylu, ama incecik sesli dev adam da onlardan biri, hatta birincisidir. Böyle olmasının bir kaç nedeni var. En önemsizinden, kişisel olanından başlayayım; densiz, saygısız, emek düşmanı bir yazı işleri müdürünü yumruklamak gibi, sonraları hayli utandığım bir iş yaptım ben zamanında. Mazeret değil ama gençtim, haklıydım da üstelik, oldu işte. Şimdi adını anımsayamadığım – Oğuz Şeren miydi acaba?- bir meslek büyüğüm, “Babıâli’ye bir Ergin Konuksever yeter evladım, bir de sen çıkma” deyivermişti gülerek. İsim tamam da, ne demek istendiğini anlayamamıştım. Sonra öğrendim, anlattılar, bir çok kişiden duydum Ergin ağabeyi, sevmeyen, övmeyen tek bir kişiye rastlamadım. Haliyle, yumruk sallama benzerliğiyle sınırlı kalsa da ona benzetilmekten hayli memnun oldum.
Diğer gerekçeler daha önemli; nerede hakkı yenmiş, ezilmiş bir basın emekçisi varsa, onlar için mücadele eden biri dediler. Böyle olduğu içindir ki Babıâli’de dövmediği müessese müdürü kalmamıştır. Hışmına uğrayanlardan bazılarını tanıdığım için çekinmeden söyleyebilirim: Bu kadar mı isabetli olur bir adamın dayakları. Babıali’de namuslu tek bir adama inmemiştir mübarek tokadı.
Hakkını yedirmedi
Başkasının hakkını yedirmediği gibi kendi hakkını da yedirmeyen biri Ergin ağabey. Buna örnek olarak şu verilebilir; şimdilerde yeniden Türkiye’ye döneceğini açıklayan, yıllarca yurtdışına “uzan”mış bir zatın babası dönemin önemli medya patronlarındandı. Bir sürü dergisi vardı. Toplu sözleşme imzalamaz, çalışanlarını, baskıyla, şantajla sindirmeye çalışırdı. Ergin ağabey ikna etmek, uzlaşmak için gittiğinde ters yanıt alınca kendine özgü yöntemle çözmüştü meseleyi. Tekme tokat dayak yiyen patron, olay yerine gelen polise güvenerek yine ileri geri konuşunca, ikinci kez dayak yemekten kurtulamamıştı.
Hayır; hiç de kavgacı değildir. Hani damarına basılınca derler ya, Ergin ağabey odur işte. Damarına basmayacaksın. Bir gün, o meşhur damarını attırdığı için, atadan, babadan kalma antika kılıcıyla meşhur bir film artistimizi metrelerce kovalamıştır. “Kara Murat kim miş gel göstereyim sana” diyerek. Kovaladığı canımız, ciğerimiz o aktörün, ne mutlu ki uzun yıllardır elini bile sürmediği aslan sütünün o dönem yol açtığı küçük bir meseledir bu.
O parka, o kazak
“Şiddeti övüyorsun”, “iyi şiddetten yanasın” gibi suçlamalara aldırmam. Ergin ağabeyinki şiddet değil herşeyden önce. Parasının gücüne, devlutlularla kurduğu ilişkiye güvenerek hotzotçuluk yapanlara sert bir itiraz sadece. Ayrıca çok dua almıştır bu yüzden. Ergin ağabey bunlardan ibaret biri değil tabii. Kuşağının en iyi savaş muhabiridir. En akılda kalan toplumsal olayları o fotoğraflamıştır. Canımızı en çok yakan alçaklıkların da tanığı olmuştur. En güzel fotoğraflarını çektiği Deniz’in o muhteşem parkası Ergin ağabeyindir. O vermiştir ona.
Ağabeyi olduğu 68 kuşağının figürlerinde de görülen o tüm iyi sıfatları üstünde taşıyan Ergin ağabeyin, emekten, haktan olan yana öfkesi belgesellere de konu oldu. Ondan “Son Süvari” diye söz edilmesindeki isabete şapka çıkarıyorum. Çünkü kaybolmakta olan tüm “iyilerin” son temsilcisidir Ergin ağabey.
İstese çok zengin olabilecekken karşısına herhalde çıkan fırsatları elinin tersiyle itip, mesleğine sadık kalmıştır. Sürdürdüğüne emin olduğum o paylaşımcı tutumu gençliğinden beri vardır onda.
Kızıldere’de öldürüldüğünde üzerinde olan o mavi kazağı Mahir Çayan’a üşümesin diye veren adamdır.
Çok yaşayın Ergin ağabey.