Işıl Kurnaz
“İnsan ne zaman evindedir?” Kadim, yüklü ve tekinsiz bir soru olarak soruyorum, yani ev ile yersiz yurtsuzluk arasındaki çizginin tam da kendisinden. Evin ne kadar değişebilir, dönüşebilir, aşılabilir, çıkıp gidilebilir, geri dönülebilir, parçalara ayrılabilir ve hatta taşınabilir bir şey olduğunu bir kadın bilgisi olarak bildiğimden. Bu kadın bilgisinin, bir sınır bilgisi içerdiğini de dikkate alarak. Edward Said’in yersiz yurtsuzluğu, “ülkeden ülkeye, şehirden şehre, evden eve, dilden dile, ortamdan ortama sürüklenişler”(1) idi elbette. Hıristiyan bir Amerikan vatandaşı olarak Filistin, Lübnan ve Mısır’da, sonra da bir Arap olarak Amerika’da yaşamayı anlatıyordu bununla. Yersiz yurtsuzluktan kastettiği bu iç içe geçmesi mümkün olmayan ama birbirini bir yaşamla kesmek zorunda kalmış yaşam öyküsüydü. Peki o zaman, insanın evi neresidir? Bu Barbara Cassin’in sorusu. Cassin, bunu bir tür nostalji duygusuyla yanıtlasa da ev, vatana ve yurda, yine bir ülkeden bağlanıyordu: “Vatana dönmenin en iyi yolu, vatanın size ait olmaması değil midir?”(2) Çünkü “vatan, dil gibi sahip olunan bir şey değildir.”3
Vatanla kurulan mülki ilişki, bu tür bir hukuki sahiplenme yani mülkiyet hakkı, o kadar da doğrudan bir hak sahipliği değil öte yandan. Vatan sahip olunan bir şey değildir, inşa edilen bir şeydir daha çok. “Misafir ediliyoruz. […] Düpedüz evimde, kendi ülkemdeyim. Bununla birlikte misafir edildiğim için burada kendimi evimde hissediyorum aslında.” (4) Bunu evin ve vatanın, sahip olunan değil de daha çok kurulan bir şey olduğu anlatırken söylüyordu Cassin, örneğin Fransızca “hôte” kelimesinin, hem ağırlayan hem ağırlanan, hem misafir hem de ev sahibi anlamına geldiğinden bahsediyordu. Bu simbiyotik bir ilişkidir biraz da, evinizin hem sahibisiniz hem de misafiri. Sizi hem ağırlar hem de sizin tarafınızdan kurulur. Vatanın da benzer bir mayadan yapıldığını söyleyebilir miyiz?
“Bir filozof ve bir eleştirmen-yazar, otuz yıl kadar önce, dünya-vatan kavramını ortaya atmışlardı.(5) 1960’lara kadar ‘hâlâ değeri tam olarak bilinmeyen bir Dünya’da… bir Dünya-nesne üzerinde’ yaşar iken, artık Dünya-Vatan’ı keşfetmiştik, onlara göre. Bu ‘küçük gezegenin’, bütün insanlar için ‘dünyevî kader birliği’nin mekânı olduğunu, insanlık için ev, yurt, vatan olduğunu keşfetmiştik. Keşfin esası, dünyayı vatan bilmektir.”(6)
Türkiye, dünyayı vatan bilmenin epey uzağında bir yer haline geldi. Belki biraz da sistematik ve doğrudan ayrımcılığın yurdu haline geldiği için. Söz konusu hukuki adı ve kavramsallaştırmasında bile mutabık kalınamayan, yani tarif edilemeyen, boş gösteren her türlü kavramın içine sığıştırılmaya çalışılan mülteciler, göçmenler, sığınmacılar, yersiz yurtsuzlar, geçici koruma altındakiler… gibi bir sürü kavram-insan olunca, hem sokulmak istedikleri kaba sığmıyorlar hem de ırkçılığın her an daha cüretkar boy verdiği memleketin, insanı kolaylıkla “insan-dışına” iten, dehümanize eden ırkçı milliyetçi refleksinden nasibini alıyorlar. Çünkü adlarına ne dersek diyelim, kolaylıkla insanlık kategorisinin dışına çıkarılanlar söz konusu olduğunda, evimizde ve yurdumuzda hem ağırlayan hem de ağırlanan olmuyoruz. O mecrada sınırlar net, belirli, keskin ve değiştirilemez. Orada ev sahibi ve misafirin kim olduğu çoktan belirlenmiş, kimin sınır dışına atılabileceği, itilebileceği, kimin dünya-vatan’a dahil olmadığı, kimin insan olarak değil ancak önüne hukuken belli sıfatlar gelerek tanımlanan kavram-insan olduğu da belirli. Orada insan ancak sınırlara çarpıyor.
SINIR BİLGİSİ
‘Adalet Atlası’nda Murathan Mungan’ın bahsettiği bir şeydi sınır bilgisi. Mungan, sınır bilgisini, ötekini tanıma faaliyeti anlatıyordu: Yani kendi konumunu, diğerine göre almak. Adalet duygusunun sadece bireysel olarak başımıza gelenlerle değil, kolektif ve toplumsal hafızamızla da zedelendiğini bilmek gibi… Mungan buna, “dünyayı kendinin uzantısı sanmak” diyor, başkalarını askıya alabilecek kadar güçlü şekilde dünyanın üzerinde tepinmek mümkün mü? Bunu mümkün kılan en büyük pratiklerden biri, ırkçılık değil mi? “Ben ülkemde mülteci istemiyorum”, “Ben ülkemde Suriyeli istemiyorum” diyen o vatanın asıl sahibi cümlelerin yerine, herhangi bir ırkı, herhangi bir toplumsal grubu, bir etnik kimlik kategorisini yerleştirdiğimizde, vatansever olma ihtimali mi artar, yoksa ırkçı olma ihtimali mi?
‘YARIN HİÇ VATANI OLMAMIŞ GİBİ KİMSESİZLER MEZARLIĞINA DEFNEDECEĞİZ’
Adalet duygusu, onunla dolayımlı ve çoğunlukla gerilimli bir ilişkisi olan hukuk duygusu, yurttaşlık hukuku, anayasal yurtseverlik bahsi, sınırları kendinden menkul ve kolaylıkla insanı insanlığından soyutlayıp bir kategori haline getiren bir ülkede ne hale gelir? Halbuki şunu biliyoruz, dünyayla karşılaştığımızda, dünyayı onarmaya başlarız. Sınır bilgisi, her zaman ülkelerin coğrafi sınırlarıyla ilgili değil. Çoğu zaman, başkalarıyla karşılaşma noktası olarak kurulan bir sınır. Muhakkak o sınırda durmak, o sınırı dışlayıcı bir engele çevirmek gerekmiyor. O karşılaşma anının kendisinden, o sınır bilgisinden, yepyeni bir dünyaya ve ufka atlamanın, o sınır çizgisini geçebilmenin imkanını da sunuyor. Adaleti, benden önce başkalarına da ne olduğunu merak ederek, onu sorarak kurmamız belki de biraz bu karşılaşmanın cezbesinden geliyor.(7) “Adalet, bir hukuk tasavvuru değildir, hukukun sınavıdır”(8) derken, adaletin dışına ittiklerimiz için hukukun sınıfta kaldığını da söylemiyor muyuz?
Türkiye’de mülteciliğin, yersiz yurtsuz bir tarihi var elbette. Bunun Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yıkımıyla, kitlesel göçlerle, milli coğrafya bilgisinin zayıflığıyla muhakkak bir ilişkisi var: “Türk milliyetçiliğinin coğrafyası zayıftır. Kuşkusuz, Osmanlı’nın çözülme sürecinde bakiye vatanın ‘nereler’ olacağının geç belirlenmesiyle ilgisi var bunun.”(9) Mülteciliği, işe yarar bir şey olma potansiyeli üzerinden kurgulayan bir devlet yapısından bahsediyorum. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya’dan gelen mülteci profesörlere ev sahipliği yapan yüce gönüllü/ hoşgörülü bir devlet politikasının söylemindeki ayrımcılığa kulak vermemek mümkün mü? Birleşmiş Milletler Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi’ni imzalayan Türkiye, 29 Ağustos 1961’da bu konudaki deklarasyonunu açıklarken sözleşmenin kapsamını coğrafya ile daraltmamış mıydı? Buna göre Türkiye ancak ‘Avrupa’da meydana gelen olaylar nedeniyle’ mültecilik statüsünü kabul ettiğini ifade etmişti. Yani bir coğrafya şartı ile… Buradaki “Avrupa” sözcüğünü de Avrupa Konseyi üye ülkeleri olarak tanımlamıştı. O halde şu açıktı, Türkiye, Suriye’den, Afganistan’dan, Somali’den yani Avrupa dışındaki herhangi bir bölgeden gelen birine mülteci statüsü vermeyecekti. Bu, mültecilik haklarının da inkârı anlamına geliyordu. Suriyeliler için geçici koruma statüsü, diğer bölgelerden gelenler için ikincil koruma adı altında konuk edilen kavram-insanlar vardı. Sanki bir hikâyeleri yokmuş gibi. Tarlabaşı Dayanışma Grubu, Sierra Leone’den gelen Foday Sesay’ın(10) ölüm haberini paylaşmıştı: “Geri gönderme merkezine sağlam girip hasta çıkmıştı. Bugün vefat etti. Yarın hiç hayatı, ailesi, seveni, vatanı olmamış gibi kimsesizler mezarlığında defnedeceğiz.”
Bunun, bugün sadece bu ülkenin ötekilerine ilişkin bir hikâyesizlik/ öykü yoksunluğu olmadığını bilmiyor olamayız değil mi? Çünkü bugünün vatandaşının, yarının mültecisi olmayacağını bilmiyor olamayız. Bugün bu hukukun bu sınavından yani göçmenler, ancak işe yarar olma potansiyelleri varsa makbul gören politikanın sınavdan kalmanın, sadece hukuki değil, insani sonuçları da olabileceğini göremiyor olamayız. Siyasal iktidarın politik içerikten yoksun, sadece popülist mülahazalar ve siyasal kartlarla örülü göç politikasının muhatabı elbette göçmenler değil. Toplumdaki adli suçluluk oranlarının, suçlularının etnik ya da ırksal geçmişleriyle bir alakası da yok. Irksal ceza hukukundan, kriminolojiyi ırkla açıklayan teorilerden çıkıp, suçun ve suçluluğun kişisel sorumluluk meselesi olarak kurulduğu bir hukuk düzeni, insan hakları mücadelesinin kazanımı değil miydi? Bundan bu kadar çabuk vazgeçebilir miyiz?
Siyasal iktidarın mülteci politikasını eleştirmek, açık kapı uygulamasıyla sınırdan kitleler halinde kimlerin geçtiğinin kaydını tutmadan politikasız bir süreç yürütmek, dolayısıyla bir suç işlendiğinde cezasızlığın kapılarını en baştan açmak, istisnai vatandaşlık kazanmanın hangi göçmenler için kullanıldığını sorgulamak siyasal bir eleştiridir. Ancak mülteci düşmanlığı, suçla ırk arasındaki verili olduğu varsayılan ilişki, siyasal bir eleştiriden çok nefret söylemine yakınlaşır. Bugün, bu eleştirinin kadınların güvenliğiyle ilgisi olduğu söyleniyor, bu yüzden de “ülkemde … istemiyorum” cümlesindeki boşluk kolaylıkla dolduruluyor. Peki ırkçılığın handikaplarından biri burada bizi tekrar sınıyorsa: Ya şiddete uğrayan kadın, bir göçmense? Üstelik o şiddet bizzat evin sahibi tarafından gelmişse? Cenk Saraçoğlu’nun vurguladığı gibi bir siyasal iktidar politikasını, mültecilere yönelik nefret söylemi haline dönüştürmek, toplumdaki iktidar ilişkilerinden kaynaklı sorunların, politikanın dışına atılması anlamında depolitizasyonun kendisi olur.(11) Milliyetçi ideolojinin, soru ve sorunları politik sahadan çıkarıp kimi zaman kültürel, kimi zaman sosyo-ekonomik, bazen medeniyetle ilgili, bazen etnik ve bölgesel sorunlar olarak takdim etmesi vatan lehine bir politika mıdır, yoksa bir nefret söylemi mi?
Türkiye’de tahkim edilen ırkçılık ve göçmen düşmanlığı, göçmenlerin yakılmasından Altındağ’da evlerinin yağmalanmasına kadar varan bir dizi toplumsal fay hattının üzerinde fitili ateşlenen sistematik bir siyaset biçimi haline geldi. Ötekiyle bağını kuramayan, onu görmeyen, dünyayı kendisinin ve kendi yurt algısının uzantısından ibaret kılan bir yüksek-ben’in bunda muhakkak payı var. Işın Eliçin ile yaptığı konuşmasında Dr. Sibel Karadağ, Türkiye’nin göç politikasızlığını olabildiğince sarih bir dille anlatırken, bunun devlet lehine ekonomi politik sonuçlarını, diplomatik siyaset tarafındaki kozunu, Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi ile olan ilişkilerdeki potansiyelini, bir servet transferi aracı olarak nasıl kurgulandığını da söylüyordu. Sonunda şu uyarıyla: “Faili silikleştirmeyelim.”(12)
Bugün burada, toplumdaki krizlerin, buhranın, işlenen suçların bir faili var. Bu failin, dünya ile vatan arasındaki en uzak mesafeye yerleştirilmiş sığınmacılar olmadığını, bu ilişkiyi bir ateş hattı olarak tesis eden siyasal iktidarın denetimsiz politikası olduğunu söylemezsek, faili örtbas etmiş olmaz mıyız?
Bir başka yersiz yurtsuz sürgün-entelektüel Zygmunt Bauman, ırkçılıkla ötekilik arasındaki handikabı ifşa ediyordu: “Ben asıl ötekiliğimi bir Yahudi olarak İsrail’de yaşadım. Zira ben, İsrail Yahudileri için bir Polonya Yahudisi’ydim.”(13)
Sahiden, insan ne zaman vatanındadır? Bir göçmen olan Hannah Arendt söylemişti: “Çünkü toplum, ayrımcılığın insanları kan dökmeden öldürebilen sosyal bir silah olduğunu keşfetti; çünkü pasaportlar veya doğum belgeleri ve hatta bazen vergi beyannameleri bile artık resmî belgeler değil, toplumsal ayrımcılığın kıstaslarıdır.”
Yarın hiç vatanı olmamış gibi dağılmak ve gömülmek mümkün, belki sırf bu yüzden henüz bugünden dünya-vatana doğru yola çıkılamaz mı? Dar zamanları daraldıkça daraltmak yerine, belki dünyaya doğru genişletmek de mümkündür.
- Edward Said, Yersiz Yurtsuz, Metis Yay., 2014.
- Barbara Cassin, Nostalji: İnsan Ne Zaman Evindedir?, Kolektif Kitap, 2018, s.13.
- Cassin, s.13.
- Cassin, s.14.
- Edgar Morin – Anne Brigitte Kern: Dünya Vatan. Çev. Melike Hemmami Kıraç. İletişim Yayınları, İstanbul 2001, s. 207-210.
- Tanıl Bora, Vatan, Birikim Haftalık, 8 Eylül 2021.
- Bu sınır bahsinin, kadınlar için de mühim mesele olduğunu, biraz anlatmaya çalıştığım bir yazı için: Işıl Kurnaz, Dünyayı Onarmak, Birikim Haftalık, https://birikimdergisi.com/haftalik/10919/dunyayi-onarmak-kadin-yoksullugu-ve-medeni-kanun ; Bu yazıdan sonra eğerli hocam Aksu Bora’nın beni katman katman açan eleştirisi, aslında neyi kastettiğimi bana işaret eden, ufuk açan yazısı, adalet ve kadınlar konusunda halen yol göstericim: Aksu Bora, 8 Mart: Hikayeyi Yeniden Yazmak, https://birikimdergisi.com/haftalik/10933/8-mart-hikayeyi-yeniden-yazmak
- Aksu Bora, https://birikimdergisi.com/haftalik/10933/8-mart-hikayeyi-yeniden-yazmak
- Tanıl Bora, Milli Coğrafya’ya Bakmak, https://birikimdergisi.com/guncel/983/milli-cografya-ya-bakmak
- https://twitter.com/TarlabasiDayani/status/1519800192240914432?s=20&t=–3dpXWDWtDOZ5ck1P108w
- Cenk Saraçoğlu, Türkiye’nin yeni depolitizasyon sahası: “Ülkemde sığınmacı istemiyorum”, https://www.birgun.net/haber/turkiye-nin-yeni-depolitizasyon-sahasi-ulkemde-siginmaci-istemiyorum-385411
- https://www.youtube.com/watch?v=cp4LDOke4r4
- Zygmunt Bauman, Kimlik, Heretik.